İran ile ilgimden dolayı çevremdeki arkadaşların ortak sorusu; “İran tarih boyunca neden hep Müslüman ülkeler ile savaştı da diğerleri ile savaşmadı?” İşin ilginç tarafı kimse bunun doğru olup olmadığını sorgulamadı. Biz de bu etrafta dolaşan şehir efsanesi hakkında bir makale yazmanın uygun olacağını düşündük. Makalenin başlığında soruya göre değil de daha genel ifade kullandık. Burada ele aldığımız tarihi de, İran’ın İslam Fethinden sonraki dönemdir.
İran neresidir ve İranlı kimdir sorusu burada ehemmiyet arz eder. İran Platosu denilen yer, Batı da Zagros dağları, Kuzeyde Hazar Denizi ve Kopet Dağları, güneyde Hürmüz Boğazı, Umman Denizi ve doğuda Hindikuş Dağları arasında kalan bir yerdir. Sasanilerin yıkıldığı döneme (M.S. 642 ) kadar İran coğrafyası ise şöyledir; günümüz İran, Azerbaycan, Afganistan devletlerinin tamamına ilaveten Güney Türkmenistan ve Pakistan’ın batı yarısını içine almaktaydı. Antik Ahameniş, Selevkos, Part ve Sasani imparatorlukları bu platonun merkezini yurt edinip sık sık batısında ve doğusunda geniş toprakları da istila ettiler. İslami dönemde İran’da kurulan büyük devletler de aşağı yukarı, yukarıdaki topraklara hükmetmiştir.
İranlı kimdir sorusuna gelince; M.Ö. 1500’lü yıllarda Asya’dan İran platosuna gelen Ari ırkına mensup halklar topluluğudur ki bunlara Aryanlar denir. İşte İran ismi de bu Aryanlar’dan mülhemdir. Bu halkların konuştukları diller Hint Avrupa dil grubuna ait olup, farklı coğrafyalara geniş alana yayıldığı için bazen bağımsız denecek kadar aslından uzaklaşmış dilleri bazen de aslı ile ilgili lehçeleri meydana getirmiştir. Genel itibarı ile M.Ö. 330 yıllarına kadarki İran dilleri, Med dili, Saka dili, eski Farsça ve Avesta dilinden mürekkep idi ki bunlar eski İran dillerindendir. Partların kuruluşu M.Ö. 250’den M.S. 642 Sasanilerin yıkılışına kadar olan zaman zarfında oluşan İran dilleri ise; Part dilleri, orta Farsça, Sogdca, Hoten dili ve Harezmce olup, bunlar orta İran dilleri gurubundandır. Sasanilerin yıkılışından sonraki dönemde oluşan İran dilleri; Osetçe, Peştuca, Belüc dili, Kürtçe ve yeni Farsça ki bunlar da yeni İran dillerinin en önemlilerini oluşturur. Bu dilleri konuşan halklar da İrani halklardır.
İran 642 de Hz. Ömer devrinde tamamen fethedildi. O günden günümüze bazen başka bölgelerde kurulan devletlere bağlı bir toprak parçası, bazen de İran platosunda kurulan devletler tarafından yönetildi. Emeviler döneminden 750 yılına kadar İran, Şam’a bağlı valiler tarafından yönetildi. Bu tarihten sonra Abbasîler tarafından Bağdat’tan idare edildi. Abbasilerin son döneminde de yarı bağımsız yerel yönetimler kuruldu. Bunlar; 821–873 arasında Horasan bölgesinde hüküm süren Tahiriler, 867–903 yılları arasında Sistan ve Kirman bölgesinde Safariler, 874–999 yıllarında ise Maveraünehir’de hüküm süren Samaniler. Orta Asya’da kurulan Türk devletleri ve halkları üzerinde Samaniler çok etkili olmuştur. Daha sonra da Samanilerin yurdu, Gazneliler ve Karahanlılar arasında paylaşıldı. İran’ın bir parçası sayılan Horasan bölgesi Gaznelilere ( 962–1186 ) kaldı.
İran’da 9 asır sürecek bozkır kavimleri ve Türk hâkimiyeti kısmen de olsa Gazneliler ile başladı. Gazneliler orta İran ile Hindistan’a kadar olan bölgeye hâkim oldular. Ancak 1040 yılında Dandanakan savaşından sonra İran’ın doğu bölgesi olan Horasan ve Sistan’ı Selçuklulara bırakmak zorunda kaldılar.
Hazar bölgesinin kuzey doğu sahilinde Deylem bölgesinde ortaya çıkan Büveyhiler (932–1062) Abbasîlerin otoritesinin zayıfladığı İrak-ı Acemden Abbasileri tamamen söküp attılar. Daha sonra da zayıflamış Abbasi Halifeliğini 110 yıl hem kontrol altına aldılar hem de en büyük rakipleri olan güneydeki İsmailliye Şia’sı olan Fatımilere karşı korudular. Esasen Büveyhi Hanedanı da Zeydiyye veya 12 İmam Şiilerinde idi. Şia’nın Irak’ta ilmi faaliyetleri ve ekolleşmesi o dönemde oldu. Bununla beraber Büveyhiler tüm İran’a hâkim değillerdi.
Selçuklular Maveraünnehir ve Harezm bölgesinden çıkan sorunlar yüzünden 10 bin atlıyla Gaznelilerin yurdu olan Horasan’a geldiler. Tuğrul Bey ve Çağrı Bey’in Horasan’a gelmesiyle, Selçuklu Devleti’nin temelleri atılmış oldu. 1040 yılında Gaznelileri yenen Selçuklular Nişabur’u başkent yaparak Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu kurmuş oldu. Sasani Devleti’nden sonra ilk defa Arap yarımadasından Maveraünnehir’e kadar bütün İran coğrafyası tek bir devletin sınırları içinde birleşmiş oldu. Selçukluların askeri başarısıyla, yeni Türkmen kabileleri İran’a akın etmeye başladı. İrani olmayan kalabalık bir Türkmen nüfusu İran yaylalarını yurt edinmeye başladı. Bunlardan başka diğer kalabalık bir Türkmen topluluğu da, 13. asrın başlarında Moğol felaketinin önünden kaçarak, İran yaylalarına ve oradan da Anadolu’ya geldiler. Mesela, Mevlana Celaladdin-i Rumi o dönemde ailesiyle Belh’den Konya’ya geldi. İşte bugün İran’ın 30-35 milyonluk Türk nüfusu, o dönemin sonucu olup dünya da ki Türkiye’den sonra en kalabalık Türk nüfusunu da barındırır.
İran’ın Müslümanlar tarafından fethinden sonra, tüm İran’ı içine alan ilk müstakil devlet; Büyük Selçuklu veya İran Selçuklu Devleti’dir. Onlardan sonra 20.asrın başına kadar hep Türkmen devletleri İran’a hâkim oldu. Büyük Selçukluların ilk büyük imtihanı 1071 de Malazgirt’te Bizans ile oldu. Malazgirt zaferi bütün İslam dünyasında yankılandı. Bu zaferden sonra Türkmenler Anadolu’yu yurt edinmeye başladı. Bu dönem İran’ın en verimli olduğu dönemdir. Sünnilik bu dönemde kurulan Nizamiye medreseleriyle burada kemikleşmiş ve Fatımilere karşı entelektüel alanda rakip olmuştur. Sünni dünyanın en büyük isimlerinden İmam-ı Gazali bu medreselerde müderristi. Anadolu Selçukluları, Irak Selçukluları, Suriye Selçukluları; İran Selçuklu devletine tabi devletçikler idi. Bu dönem Türk ve Pers kültürünün bir sentezidir.
Selçukluların 150 yıllık İran hükümranlığından sonra Harezm merkezli Harzemşahlar İran’a hâkim oldu. Ama bu dönem doğudan gelen Moğol kasırgasına rastlar ve kısa ömürlüdür. Harzemşahlar en büyük savaşlarını Moğollar ile yapar. Cebe ve Subutay komutasındaki Moğollar, Horasandan İrak-ı Acem ve Azerbaycan’a girdiler. 1228 yılında İsfahan önlerinde Celalettin Harzemşah’ın direncini de kırarak, hâkimiyetini tanıyan Güney İran hariç bütün batı ve Orta İran’ı yağmaladılar. Halkın önemli bir kısmını öldürdükten sonra harabeye dönen İran’ı birkaç yıl kendi haline bıraktılar.
Cengiz Han’ın ölümünden sonra yerine büyük han seçilen Ogeday Han zamanında İran’da Moğol hâkimiyeti daha da güçlendi. Ogeday’dan sonra Mengu Han büyük Moğol hanı seçilince, kardeşi Hülagu’yu batı fütuhatını yürütmek üzere İran’a tayın etti. 1255 yılında Horasan’a giren Hülagu ertesi yıl 1256 da Tebriz’i başkent yaparak İlhanlı Devleti’ni kurdu. Aynı yıl Alamut Kalesi’ni alarak İsmailliye hâkimiyetine, daha sonra Bağdat’a girerek 1258 de Abbasi halifeliğine son verdi. İlhanlı Devleti 1295 yılından itibaren de tam bağımsız oldu. Aynı yıl Gazan Han 100 bin askeriyle Müslüman oldu ve İslam’ı devletin dini yaptı. İlhanlılar, Hazar denizi sahilleri hariç bütün İran’da Selçuklulardan sonra siyası birliği kurdu ve yeni bir İran Devleti olarak karşımıza çıktı. Bugünkü İran, Azerbaycan, Irak ve Anadolu’nun hâkimiyeti yaklaşık bir asır boyunca onların hâkimiyetinde kaldı. 1335 de parçalanan İlhanlıların yerini mahalli hanedanlar aldı. Bu devletin rakipleri; Batıda Memlüklular, doğuda Çağatay hanlığı ve kuzeyde Altın Orda Devleti. Çağatay Hanlığı ve Altın Orda Devleti de İlhanlılar gibi Cengiz soyundan gelip sonradan Müslüman olmuş ve Türkleşmişlerdir. Altın Orda Devleti, T.C. Cumhur Başkanlığı forsundaki tarihteki en büyük 16 Türk devletinden biri sayılır.
İlhanlılarda ana dil Moğolcanın yanında, Türkçe ve Farsça da kullanılıyordu. Bu devletin kurulmasıyla 10. yüzyıldan beri devam eden Türk göçlerine ilaveten yeni boylar eklendi. Anadolu’nun ve yakın doğunun Türkleşmesinde etkili oldular. İlhanlı Devleti’nin idari, mali, askeri ve hukuki müesseseleri, Moğollardan önce Türkistan’da geliştirilen Türk devlet sisteminin devamıdır. Zira bu sistem daha Cengiz Han zamanında Moğollara hocalık ve müşavirlik yapmış, Uygur ve Harizm Türkleri aracılığıyla benimsenmiştir. İlhanlıların bu sistemi, kendilerinden sonra devlet kurmuş yakın doğudaki hanedanlıklara ve nihayet Osmanlılara kaynak oluşturmuştur. O devirde Tebriz, devrin en zengin ticaret merkezi olup, aynı zamanda ilim merkeziydi. Dışardan öğrenciler tahsil için buraya gelirdi. Ayrıca İslam ilimlerinin Avrupa’ya geçiş yollarından birisi de Tebriz-Trabzon-İstanbul ve oradan değişik Avrupa ülkeleri idi.
İlhanlıların yıkılışından sonra kısa süreli yerel hanedanlıklar hüküm sürdüyse de, Timur 1392 yılında bütün İran’a hâkim oldu. Yaklaşık 50 yıl Semerkant’tan idare edilen İran, Timur’un ölümünden sonra Timurluların “Horasan bölgesinde” hâkimiyetleri bir müddet devam etti. O döneme Timurlular Rönesans’ı denir. Konumuza misal olsun diye şunu söyleyebiliriz; Timur’un devrindeki rakipleri; Osmanlılar, Mumluklular, Altın Orda ve zayıfta da olsa Hindistan’daki Delhi Sultanlığına hükmeden Tuğluk hanedanlığı idi. Bunların dördü de Müslüman Türk devletiydi ve Timur hepsiyle savaştı ve onları mağlup etti.
Timurluların hâkimiyetinin batı İran da bitmesinin ardından 1452 yılında o bölge, Karakoyunlu Türkmen beylerinin hâkimiyetine geçti. Fakat kısa süre sonra onların amansız rakipleri olan Diyarbakır merkezli başka bir Türkmen kabilesi olan Akkoyunlular, 1467 de Karakoyunluları mağlup ederek Tebriz merkezli Batı ve Orta İran’a hâkim oldular. Karakoyunluların rakipleri doğuda Timurlular, batıda ise Akkoyunlulardı. Akkoyunluların rakipleri ise batıda Osmanlılar, doğuda ise Karakoyunlular. Bunlarında hepsi Müslüman Türk devletleriydi.
İran’ın İslamlaştıktan sonraki en önemli devleti Safevilerdir. İran’ı tekrar tek çatı altında toplamış, günümüze kadar İran, o miras üzerine devam etmiştir. Safevi Devleti adını, merkezi Erdebil de Safeviyye tarikatının piri Şeyh Safiyyüddin’den almıştır. Şeyh Safiyyuddin, Şafi mezhebinden olup kurduğu tarikat da bir Sünni tarikatıydı. Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyt, amcası Cafer’le post mücadelesine girdikten sonra Erdebil den ayrılıp Anadolu’ya gelmiş ve Anadolu’da değişik bölgelerde dolaşmıştır. Şeyh Cüneyt’i Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, Diyarbakır’a davet etmiştir ve aynı zamanda onunla kız kardeşini evlendirir. Akkoyunluların Karakoyunluları mağlup etmesiyle, Erdebil tekkesinin başına Akkoyunlular, Şeyh Cüneyt’in vefatından sonra oğlu Şeyh Haydar’ı siyasi baskıyla yerleştirdiler. Bu dergâhın sunilikten, batını Şiiliğe dönüştüğü dönem böylece başlamıştır. Anadolu’daki müritler ve gayrı memnun Türkmenler dergâha akın etmişlerdir. İlk kızılbaş tanımı bu dönemde başlar. Şeyh Haydar etrafındaki müritlerinin başlarına giydirdiği on iki dilimli kırmızı börkten mülhem olarak kızılbaş olarak adlandırılmıştır. Daha sonra Safevi devleti kurulduğunda da bu devlete, Devlet-i Kızılbaş ve askerine de Leşker-i Kızılbaş denmiştir. Şeyh Haydar’ın siyasi güç haline geldiğini sezen dayıları Akkoyunlular, Derbent yakınlarında Şeyh Haydar’ı öldürdüler. Haydar’ın en küçük oğlu İsmail’in kaçak hayatı başladı. Şeyhlerini kaybeden Kızılbaşlar İsmail’i daha emniyetli olduğu için Gilan bölgesindeki Lahican’a getirip orada sakladılar. Lahican’dan on üç yaşında ayrılan İsmail, Erdebil’e geldi ancak burada mukavemetle karşılaşınca müritlerinin çoğunlukta olduğu Anadolu’ya yöneldi. Erzincan’da Ustacalu Türkmenleri onu coşkuyla karşıladılar. Buradan her tarafa haber gönderilerek İsmail’in Şahlık mücadelesine girdiği etrafa duyuruldu. Afşar, Çepni, Ustacalu, Dulkadir, Rumlu, Şamlu, Tekelü Türkmenleri başta olmak üzere, Kızılbaş Türkmenler İsmail’in etrafında toplanmaya başladılar. İsmail’in asıl amacı Orta Anadolu’da siyasi birlik kurmaktı. Fakat Osmanlıların sert tedbirleri ve önde gelen yandaşlarının yollarını kesmesi, beklenen desteğin gelmesini önledi. Kızılbaşlar bir müddet Erzincan’da bekledikten sonra 1501 de Tebriz’e yöneldiler. Akkoyunlu Sultanı Elvend’i mağlup ettikten sonra Tebriz’e girerek tahta oturdu ve şeyhlikten Şahlığa olan serüveni tamamlanmış oldu. İlk iş olarak Necef ve Kerbela’dan mollalar getirerek, on iki imam Şiiliğini devletin mezhebi ilan etti. Şiilik tam iki yüz elli yılda ancak İran’ın tamamında yerleşti. Bu hamle ile de Sünni İran’ın Şiilik serüveni başlamış oldu. Yukarıda da görüldüğü üzere tarihin en sıra dışı şahsiyetlerinden biri olan Şah İsmail tarih sahnesine çıkmış oldu. Prof. Dr. Tufan Gündüz’ün ifadesiyle “ Şah İsmail, bir yaşında yetim, altı yaşında şeyh, on dört yaşında hükümdar ve Safevi Devletinin kurucusu oldu”. Ayrıca yirmi yedi yaşında da Çaldıran savaşı öncesi fethettiği topraklar iki yüzyıllık Osmanlının yaklaşık iki katı idi. Safeviler Osmanlıdan sonra o gün dünyadaki en büyük devletlerden biri idi.
Bugün Anadolu Alevileri diye adlandırdığımız batını yapıya on iki imam uyarlanması o zaman oldu ve onların tarihteki büyük dönüşümlerinden birisi gerçekleşmiş oldu. Bugün İran adına zihinlerdeki olumsuz şeyler o günden gelen Osmanlı – Safevi çekişmesinin ürünü olup, Cumhuriyetimizde ondan miras kaldı. Cumhurbaşkanlığı forsundaki on altı yıldızı simgeleyen tarihteki on altı büyük Türk İmparatorluklarında Safeviler yoktur. Esasen orada yer alan bir kısım devletten daha büyük idi ve aynı zamanda tam bir Türk devletiydi. Bu da muhtemelen Cumhuriyete Osmanlıdan kalan bir hassasiyet olmalı. Osmanlının en uzun süre koruduğu sınır, 1639 yılında imzalanan “ Kasr-ı Şirin “ anlaşmasıyla İran sınırıdır. O sınır 20. yüzyıla kadar devam etti ve anlaşma tarihinden sonra iki ülke arasında askeri çatışma da yaşanmadı.
Portekizlilerin Ümit burnundan Hint Okyanusuna gelmelerinin ardından 1507’de İran hâkimiyetindeki Hürmüz Adası’nı işgal ettiler ve askeri üs olarak kullandılar. Orası ancak 1622 yılında Şah 1. Abbas tarafından geri alındı. Safevilerin yıkılış döneminde Ruslar, Derbend ve Bakü’ye girdiler ama Nadir Şah tarafından 1733 Gence anlaşmasıyla bu bölge geri alındı.
Safevilerin komşuları; kuzeybatıda Osmanlılar, güneybatıda Osmanlı topraklarına katılıncaya kadar Memluklular, kuzeydoğuda Özbekler ve güneydoğuda Türk – Hint İmparatorluğu Babürlüler. Son dönemlerinde ise Kuzey Kafkasya’ya inen Ruslarla komşu oldular. Bununla beraber Safeviler’in esas rakipleri batıda Osmanlılar doğuda ise Özbekler olmuştur. Son dönemdeki komşularını saymazsak, diğer komşuların hepsi de Müslüman Türk devletleridir.
Safevilerin 1722 yılında fiilen yıkılışından sonra kısa süreli Türkmen Avşar Boylarından, Nadir Şah’ın hükümranlığından sonra, 1796 yılında Kaçar Hanedanlığı kuruluncaya kadar İran yerel hanedanlıkların kontrolündeydi. O dönem bugünkü İran’dan çok daha büyük bir bölgeye hükmetse bile, İran’ın en güçsüz dönemine rastlar ve en çok toprak kaybı da bu dönemde olmuştur. Kaçarlar Safevi Devleti’ni kuran yedi Türkmen boyundan biriydi. İran’da Safevilerin bıraktığı yerden 130 yıllık yeni bir dönem başladı. 1801-1813 Rus – İran savaşlarından sonra 1813 de imzalanan “Gülistan “ ve 1828’de imzalanan “Türkmen Çay “ anlaşması ile, Kuzey Kafkasya ve Kuzey Azerbaycan Rusya’ya bırakıldı. Son Kaçar hanı Ahmet Şah 1919’da İngilizlerle bir anlaşma yaparak onların himayesini kabul etti ama bu anlaşmayı meclis onaylamadı. Bu karışık durumdan faydalanan Rusya, İran’ı işgal etti. Bu durumda ordunun başına geçen Kazak Tugay Komutanı Rıza Han, Rusları geri püskürttü ve tüm kontrolü eline aldı. Niyetinin cumhuriyeti kurmak olduğu söylenir fakat mollaların baskısıyla veya iknası ile bundan vazgeçti ve 1925 yılında kendini Şah seçtirerek İran kökenli Pehlevi Hanedanlığını kurdu. Böylece 9 asır devam eden Türkmen devletlerin iktidarı, İrani bir ailenin eline geçti. Kaçar dönemi İran’ın en zayıf dönemine rastladı ve sık sık uluslararası devletlerin müdahalelerine maruz kaldı. Bu dönem aynı zamanda Müslüman olmayan unsurlarla en çok savaşların yapıldığı bir dönemdir. Çünkü bu dönemde İran, kuzeydeki Rusya haricinde güneybatıda İngiliz kontrolündeki Hindistan’la da komşu olmuştu.
Şunu söyleyebiliriz ki İran’da, İslam fethinden sonra bütün İran tek çatı altında toplayarak kurulan devletler hep Türk devletleriydi. 13. asırda kurulan İlhanlıların yönetici kadrosu Moğol olsa da, Türk unsurlar daha kalabalıktı ve 15. yüzyılda artık Moğollar, Türklerin içinde eridi. Yerel hanedanlıklar bazında İrani kavimler tarafından değişik bölgelerde küçük devletler kurulsa da tüm İran’a hâkim olanı 20. yüzyıla kadar olmadı.
İran, Orta Asya ile Yakın Asya ve Mezopotamya’nın geçiş güzergâhında olduğundan, sık sık istilalara ve el değiştiren devletlere sahne oldu. Bulunduğu coğrafya Müslüman bölge olduğu için komşuları da hep Müslüman devletler idi. Ancak 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başları itibari ile Rusların Kuzey Kafkaslara inmesi ve İngilizlerin Hindistan’a hâkim olması, İran’ın komşularının yapısını biraz değiştirdi. İran’da kurulan devletlerin de savaşları hep komşularıyla oldu. İran’da kurulan devletler gibi ekseriyetle İran’ın komşuları da hep Müslüman Türk devletleriydi. Netice-i kelam, tarihte, devletlerin savaşları çıkar çatışması ve genişleme arzusundan dolayı, kahir bir ekseriyetle komşuları ile olmuştur. Komşularının dini inancı ve mezhebi bu kuralı değiştirmedi.
Nazmi Emin, İstanbul