Makaleler

Ahiliğin Aleviliğe ve Bektaşiliğe Etkisi

Ahilik

Ahîlik, 13. yüzyılda Anadolu’da gelişen ve bir süre sonra Osmanlı Devleti’nin kurulmasında önemli rol oynayan dinî, siyasi ve iktisadî bir teşkilattır.[1]

Ahîlik, Arapça “kardeşim” manasındaki ahi kelimesinden gelmiş olabileceği gibi, “Divanu lugati’t-Türk“te geçen “akı”dan (cömert) türetildiğini ileri sürenler de vardır. Ahîliğin Anadolu’da kurulmasında fütüvvet teşkilatının büyük tesiri vardır.[2]

Fütüvvet, gençlik, kahramanlık, cömertlik anlamlarına gelir. Fütüvvetname ise, fütüvveti konu alan veya fütüvvetin adap ve erkanı hakkında bilgi veren metinlere verilen ortak addır.  Anadolu’da Ahîlik olarak bilinen fütüvvet hareketi, başlangıçta tasavvufî bir mahiyet taşırken 13. yüzyıldan itibaren aynı zamanda sosyal, iktisadî ve siyasi yapılanmaya da dönüşmüştür.[3]

Başka bölgelerde mensuplarına civanmert, ayyar, feta gibi isimler verilen fütüvvet anlayışının, İslâm’ın yayılmasına paralel olarak Suriye, İran, Irak, Orta Asya, Endülüs, Kuzey Afrika ve Mısır’da esnaf ve sanatkârlar arasında yaygın olduğu bilinmektedir.[4]

Abbasi Halifesi Nâsır-Lidînillah (1180-1225), siyasi ve sosyal durumu gittikçe bozulan devletin otoritesinin yeniden kurulmasında ve sosyal huzurun sağlanmasında fütüvvet birliklerinin büyük bir güç olacağını düşünmüş ve bu teşekkülleri siyasi otoriteye bağlamada başarı sağlamıştır. Halife Nâsır fütüvvet birliklerini yeniden teşkilâtlandırırken fütüvvetnameler de bu birliklerin ilke ve kaidelerini tanzim etmiş, diğer Müslüman hükümdarlara da elçi ve fermanlar gönderip kendilerini fütüvvet teşkilâtına girmeye davet etmiştir. Anadolu Selçuklu hükümdarlarından I. İzzeddin Keykavus ve I. Alaeddin Keykubad’ın da fütüvvet teşkilatına girmeleriyle Anadolu’da Ahîliğin kuruluşu tamamlanmıştır.[5]

Ahî Evran’ın (ö. 1262) Ahîliğin gelişmesinde önemli bir rol oynaması sebebiyle bu kurum, Ahî Evran ismiyle de anılmıştır. Özellikle I. Alaeddin Keykubad’ın büyük destek ve yardımıyla, bir taraftan tasavvufî düşünceye ve fütüvvet ilkelerine bağlı kalarak tekkelerde şeyh mürit ilişkilerini, diğer taraftan iş yerlerinde usta, kalfa ve çırak münasebetlerini ve buna bağlı olarak iktisadi hayatı düzenlemiştir.[6]

Anadolu’da hızla yayılan bu teşkilâtın mensupları, şehirlerde olduğu gibi köylerde ve uç bölgelerde de büyük nüfuza sahip olmuşlardır. Anadolu’da bilhassa 13. yüzyılda devlet otoritesinin iyice zayıfladığı bir dönemde şehir hayatında yalnızca iktisadi değil siyasi yönden de önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Ahîler, bağımsız siyasi bir güç olmamakla birlikte, zaman zaman merkezi otoritenin zayıfladığı, anarşi ve kargaşanın ortaya çıktığı dönemlerde siyasi ve askerî güçlerini göstermişler ve önemli görevler üstlenmişlerdir. Özellikle Moğol istilası sırasında Ahî birlikleri şehirlerin yönetimine mahalli otorite olarak hâkim olmuşlardır. Anadolu Selçukluların Moğollara yenik düşmesinden sonra Tokat ve Sivas’ı ele geçiren Moğollara karşı Kayseri’yi başarıyla savundukları bilinmektedir. Ayrıca Osmanlı’nın fetret dönemindeki [7] Düzmece Mustafa olayında Bursa’yı ona karşı savunmuşlardır.[8] Selçuklu Devleti yıkılınca Ahîler 14. yüzyılda Ankara’da kısa süreli bir devlet kurmuşlar, daha sonra da bu şehri kendisi de şed-kuşak kuşanmış bir Ahî babası olan I. Murat’a teslim etmişlerdir.[9]

Ahîlik Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda da büyük rol oynamıştır. “Âşıkpaşazade, Tevârih”inde, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında faal rol oynayan dört zümre arasında Ahîleri de zikreder.[10]Bu zümreler:Ahîyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum ve Baciyan-ı Rum’dur. İlk Osmanlı padişahlarının ve vezirlerinin çoğunun Ahî teşkilatına mensup şeyhler olduğu, I. Murad’ın şed kuşandığı ve teşkilattan fetihlerde askerî bir güç olarak faydalanıldığı bilinmektedir. 14. yüzyıl ortalarında Orhan Gazi döneminde Anadolu’yu gezen ünlü seyyah İbn Battuta, Ahî birliklerinin şehir ve köylerde teşkilatlanan zanaat ve ziraat ehli zümreler olduğunu belirtir ve tasavvufî hayatla olan yakınlıklarına temas edip misafir olduğu Ahî zaviyelerinin isimlerini verir.[11]

Büyük şehirlerde çeşitli gruplar halinde teşkilatlanan Ahîlerin her birinin müstakil bir tekkesi vardı. Küçük şehirlerde ise muhtelif meslek grupları tek bir birlik teşkil edebiliyorlardı. Bu birlikler mesleklere ait problemleri halletmekte ve devletle olan münasebetleri düzenlemekteydiler. Mal ve kalite kontrolü, fiyat tespiti, bu birliklerin asli göreviydi. Bu dönemde, teşkilata ilk defa girenlere “yiğit” veya “çırak” adı verilir, Ahîlik daha sonra kazanılırdı. Esnaf birliklerinin başında şeyh, halife veya nakipler vardı; bütün esnafın en üst makamında ise “Şeyhü’l-meşayih” bulunuyordu.[12]

Müşterisine düşük değerde, hileli mal satan bir Ahî esnafı önce uyarılır, aynı hata tekrarlanırsa toplum ve uyarıcılar (mürşit, yiğitbaşılar) önünde yargılanırdı. Dükkânı kapatılır, meslekten uzaklaştırılır, daha başka çeşit cezalar da uygulanırdı. İşyeri kapama cezası verilen kişinin dükkânı kilitlenir, ayağındaki pabuçları da dama atılırdı.[13]

Ahîliğe giriş, şerbet içmek, şed veya peştemal kuşanmak, şalvar giymekle gerçekleşmekteydi. Ahîlik bünyesi içindeki esnaf birlikleri ustalar, kalfalar ve çıraklardan oluşuyordu. Çıraklıktan itibaren birlik içinde yükselmek için mesleki ehliyet ve liyakat şarttı. Çıraklar mesleği çok iyi öğrenmedikçe dükkân açamazlardı. Esnaf ve dükkân sayıları, iş aletleri ve tezgahlar sınırlandırıldığı gibi ihtiyaca göre mal üretimi de esastı. Sanat erbabı içinde en dürüst ve en çok saygıya değer olan, muhtemelen yaşça da önde bulunan bir üstat teşkilatın reisi olup kendisine Ahî deniliyordu. Bunların zanaat mensupları üzerinde bir şeyh gibi nüfuzu vardı. Ayrıca esnaf arasındaki düzeni sağlayan ve “yiğitbaşı” denilen bir ikinci reis bulunuyordu. Bir şehirde ne kadar esnaf teşekkülü varsa her birinin ayrı reisleri olup en büyüğüne Ahî Baba denirdi. Ahî babalar, genellikle Kırşehir’deki Ahî Evran Tekkesi’ne bağlı olan şeyhler ile bunların çeşitli illerdeki vekilleriydi.[14] Meşhur Şeyh Edebali de Ahî şeyhlerindendi. Orhan Gazi ise Ahî şeyhlerinin kullandığı “İhtiyarüddin” unvanını almıştı.[15] Bundan dolayı meşhur seyyah İbn Battuta’da Orhan Gazi’yi “Osmancık oğlu İhtiyarüddin” diye anar.[16]

13. yüzyılda Anadolu’da Ahîlik teşkilâtının gelişme göstermesiyle birlikte Ahî fütüvvetnameleri ortaya çıktı. Bu nizamname/tüzüklerde, Ahîliğin esasları, ahlaki ve ticari kaideleri yazılıydı. Ancak bu nizamnâmelerin kaynağı, tasavvufî eserlerde yer alan fütüvvete dair konular veya konuyla ilgili müstakil risalelerdi.[17]

Teşkilata girecek kimse ilk önce bu kitaplarda belirtilen dinî ve ahlaki emirlere uymak zorundaydı. Fütüvvetnamelere göre, teşkilat mensuplarında bulunması gereken vasıflar, vefa, doğruluk, emniyet, cömertlik, şefkat (kasaplar ve avcılar bu teşkilata alınmıyordu), tevazu, ihvana nasihat, onları doğru yola sevk etme, affedici olma ve tövbeydi. Şarap içme, zina, yalan, gıybet, hile gibi davranışlarsa meslekten atılmayı gerektiren sebeplerdi.[18]

Fütüvvetnameler, uyulması gereken kurallar ve cengaverlik öykülerine benzer derlemelerden oluşur. Destan edebiyatı fütüvvet amaçlarını yaymada başlıca araçtı.[19] Ahîlik kurumu çerçevesinde Anadolu’da kaleme alınan Türkçe fütüvvetnameler de bulunmaktadır. Bilindiği kadarıyla bunların ilki, Yahyâ b. Halil b. Çoban el-Burgazi tarafından 14. yüzyılda yazılmıştır. Bir diğeriyse Şeyh Seyyid Hüseyin Gaybi’nin 15. yüzyıldaki fütüvvetnamesidir.[20]

15. yüzyıl öncesi devlet Ahî zaviyelerine yardım ediyor, onlar da gelip geçen yolcuları zaviyelerinde misafir ediyordu. İbn Battuta, Anadolu gezisi sırasında Ahîlerin misafirperverliğini anlatmaktadır.[21] Hatta Faslı seyyahın şaşkınlıkla anlattığı bir hikâyede seyyahımız Kırım’a gitmek için Sinop’a gelir ve orada iki grubun kavgasına şahit olur. Kavganın sebebinin kendisini misafir etmek isteyen Ahî grupların mücadelesi olduğunu öğrenir.[22]

15. yüzyılda Osmanlı merkezî yönetimi güçlendikçe askerî bir güce de sahip olan Ahîler istenmez oldular. Zaviyelerine yardım edilmediği gibi siyasi güçleri de bitti. Özellikle Fatih devrinden itibaren Ahîlik, siyasi bir güç olmaktan çıkarak esnaf birliklerinin idari işlerini düzenleyen bir teşkilat halini aldı.[23]Ahîlerin gazilik ve sûfîlik yönleri kalmayınca, onlar da diğer batıni derviş grupları (Rum abdalları vb.) gibi çoğunlukla Bektaşilerle karışarak tarih sahnesinden çekildiler.[24] Fakat Ahîlik, loncalar olarak yani esnaf organizasyonu şeklinde 20. yüzyılın başına kadar varlığını sürdürdü.

Özetle, Ahîlik olarak bilinen bu Fütüvvet hareketi, başlangıçta tasavvufî bir mahiyet taşırken 13. yüzyıldan itibaren aynı zamanda sosyal, iktisadi ve siyasi yapılanmaya da dönüştü. İlk dönemlerinde, bu yapılanmanın içinde bazı Anadolu Selçuklu ve Osmanlı hükümdarları, vezirleri de bulundu.

Anadolu’da hızla yayılan bu teşkilatın mensupları şehirlerde olduğu gibi köylerde ve uç bölgelerde de büyük nüfuza sahip olmuşlar, Anadolu’da bilhassa devlet otoritesinin iyice zayıfladığı 13. yüzyılda şehir hayatında yalnızca iktisadi değil, siyasi yönden de önemli faaliyetlerde bulunmuşlardı.

Gelip geçen yolcular Ahî zaviyelerinde misafir edilirdi. Buralarda tasavvufî bir hayat hakimdi. Ahîlerin uyması gereken kural ve kaidelerin yazıldığı fütüvvetnameler tasavvufî eserlerdi ve onlar için ideal insan modeli Hz. Ali olup, La feta illa Ali, la seyfe illa Zülfikar ifadesi Ahîlik geleneğinin sloganı/özdeyişiydi. Aslında Ahîler meslek erbaplarının tasavvufî ilkeler etrafında harmanlanmasıydı. 15. yüzyıl ortalarından itibaren bu harmanlanmış topluluğun sadece esnaf ve sanatkar kısmı 20. yüzyılın başına kadar devam etti.

Orta Çağ Anadolu’sunda Ahîlerin İslam Anlayışı

Rıza Yıldırım’a göre, Orta Çağ Anadolu’sunda nasıl bir İslam anlayışı olduğu konusunda maktel literatürü önemli bir kaynaktır. Maktel metinleri, Kerbela destanının yazıya aktarılmış şeklidir. Anadolu’da bilinen en eski maktel 1362 yılında yazılmış ve bu metin daha sonraki maktel edebiyatı için bir örnek teşkil etmiştir. Bu metinler muharrem ayının ilk on gününde okunup icra edilmek için hazırlanmıştır.[25]

Maktellerde geçen “Sünni-Haricî” şeklindeki iki kutuplu İslam anlayışında Sünnilik, Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt dostlarını temsil eder. Sünniliğin karşısında Haricîlik ise Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt düşmanları olarak kabul edilir ve onlara lanet edilir. Ahî fütüvvetnamelerinde de bu iki kutupluluk ve aynı terminoloji hâkimdir.[26]

Maktellerde Hz. Ömer ve Hz. Osman üzerinde kamplaşmalar ana unsur değildir. Anlatının genel kurgusunda bu iki halife önemli bir yere sahip olmamakla beraber onlar Sünniler yani makbul Müslümanlar arasında görülmektedir. Dönemin kaynakları dikkate alındığında, Beylikler döneminde Anadolu halkının kendini Şii (burada Alevilik kastedilmiyor) görmediği anlaşılmaktadır. Ehl-i Sünnet ve Şiilik yani On İki İmam Şiiliği ekseninde Anadolu halkı kendilerini birinci grupta görmektedir. Maktellerde On İki İmam Şiiliğinin temel doktrini olan imamet meselesine en ufak bir ima bile yoktur.[27] 

Meşhur seyyah İbn Battuta, 14. yüzyılda Anadolu’yu gezerken Ahî tekkelerine uğramış; onların destan kahramanlarının hayat hikâyelerini dinlediklerinden, toplantılarında musikiye ve raksa yer verdiklerinden bahsetmiştir.[28] Ahîler kendilerini Sünni olarak görüyorlardı. İbn Battuta’nın yazdıkları da bu iddiayı doğrulamaktadır. Mesela kendisi de Sünni olan Battuta, Bursa’da muharrem yası ve aşure toplantısında bulunmuş ve bunu da övünerek anlatmıştır.[29]

Kitabın giriş kısmında da belirtildiği gibi, 13.-15. yüzyıl Anadolu’sunda 16. yüzyıl ve sonrası Anadolu’sundaki gibi Sünni-Alevi ayrımı yoktur. Orta Çağ’da görülen bu gevşek dokulu Sünnilik daha sonra karşımıza çıkan fıkıh merkezli Sünnilikten farklı olup bugünkü Alevi inancına ait pek çok unsuru barındırıyordu.İştebu özellikleri en iyi yansıtan Ahîler kendilerini Sünni olarak görüyorlardı.

Ahîliğin Bektaşiliğe Etkisi

Anadolu’da 13. yüzyılda ortaya çıkan Ahîlik, 14. yüzyılda belli bir güç kazandı ve 15. yüzyıl ortasından veya 16. yüzyıldan itibaren sadece esnaf loncaları olarak devam etti. Yönetimler güçlendikçe, siyasi ve askerî gücü de olan Ahîler istenmez duruma geldiler ve çoğu diğer batıni/gayri-müteşerri dervişler gibi Bektaşilere karışarak tarih sahnesinden çekildiler.[30]

15. yüzyılda yazılan Hacı Bektaş-ı Veli Velayetnamesi’nde, Ahîlerin piri Ahî Evran ile önemli bir Ahî şeyhi kabul edilen Şeyh Edebali, Hacı Bektaş-ı Veli’nin dostları olarak karşımıza çıkmaktadır.[31]

Ahîlerin ve Bektaşilerin yola giriş törenlerinde de benzerlikler vardır. Ahîliğe giriş bir törenle yapılırdı. Ahî olacak kişinin saçları kazındıktan sonra namzedin başına beyaz keçeden taç (börk) takılır, beline kuşak kuşatılır ve şalvar giydirilirdi. Bunun yanında içmesi için şerbet, herkesin sıra ile yudumladığı bir tas da tuzlu su verilirdi. Bektaşilerde de taç, kuşak ve sıra ile içilen şerbet töreni bulunmaktadır. Fakat Ahîlerdeki şalvarın yerini burada hırka almaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli Velayetnamesi’ne göre de tarikata yeni girenin saçları kazınır.[32]

Bektaşilikteki on iki hizmetten birisi olan “ferraş-süpürgeci”lik, cemevinin temizliğinden sorumlu olup bu işle görevli kişi ayin-i cem sırasında temsili olarak süpürgeyle gelir ve meydana süpürge atar. Aynı uygulama Ahîlikte de vardır. Ahîliğe giriş töreninde şed-kuşak kuşanmadan önce ferraş gelir ve temsilen meydana süpürge atar.[33]

Hacı Bektaş’ın türbesi, geleneğe göre 14. yüzyılda I. Murat zamanında yapılmıştır. Bununla beraber Osmanlıların bu bölgeye hakimiyeti 15. yüzyılın son çeyreğinde başlar. Kiler evinin kapısı üzerinde mermere oyulmuş bir kitabeye göre bu yapı, Emir Ahi Dede tarafından (1375-1376) yapıldı. İrene Melikoff’ bu kitabeden hareketle bu yapının Ahilere ait olduğunu ve onların sahneden çekilmesiyle de Bektaşilerin eline geçtiğini iddia eder.[34] Aynı şekilde İstanbul’daki Şahkulu Tekkesi’nin de Ahîler tarafından yapılmış bir tekke olduğu bilinmektedir.[35]

Bektaşi Dedebabası Bedri Noyan’a göre, sonradan Bektaşilik içerisinde erimiş olan Ahîlikte sıkı bir disiplin vardır. Türk şövalyeliği olarak adlandırabileceğimiz bu esnaf kuruluşu bir yiğitlik ve yüce gönüllülük yoluydu. İyi ahlak, doğruluk, büyük bir esastı. Müşterisine düşük değerde, hileli mal satan bir Ahî esnafı toplum ve uyarıcılar (mürşit, Yiğitbaşılar) önünde yargılanırdı. Suçlu bulunursa dükkânı kapatılır, meslekten uzaklaştırılır ve daha başka çeşit cezalar uygulanırdı. Bektaşilikte de suç işleyenler, yoldan sapanlar “düşkün” ilan edilir ve bunlara uygulanacak ceza o topluluğun onayı ile babalar, dedeler, mürşitler tarafından verilir. Bunlar, kendi aralarındaki anlaşmazlıklar için Ahîler gibi devlete ve mahkemelere başvurmazdı.[36]

Yılmaz Soyyer’e göre Yeniçeri törenlerinin kaynağını Bektaşilikten ziyade Ahîliğe dayandırmak daha doğrudur.

 Yeniçeri gülbanklarının[37] Hacı Bektaş’la başlatılması, Yeniçerilerin Hacı Bektaş-ı Veli’yi pîr kabul etmesinden dolayıdır.[38]

Bektaşi geleneğinin en önemli menkıbelerinden Kırklar Meclisi’nin,[39]belli farklar olsa da 14. yüzyılda yazılan el- Burgazi’nin fütüvvetnamesi içinde yer alması, bu menkıbenin o dönemde Ahîler arasında bilindiğini gösterir.[40] Yine Alevi ve Bektaşi sûfîliğinin teolojik bakımdan ana referanslarından biri olan Gadir-i Hum Menkıbesi,[41]aynıyla İbn Gaybi tarafından 1451-1481 yılları arasında yazılmış fütüvvetnamede de geçmektedir. Gadir-i Hum, Şii ve Sünni dünyasında bilinen bir olay fakat Bektaşi geleneğinde yer alan versiyonu fütüvvetnamedeki gibi kendine has özelliklere sahiptir. İşte İbn Gaybi’nin fütüvvetnamesi, Gadir-i Hum’un bu versiyonunun bilinen ilk metni olup daha sonra yazılan Bektaşi metinlerine model olmuş olmalıdır.[42]

Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere Bektaşi kaynaklarında geçen bazı önemli menkıbeler fütüvvetnamelerde de yer almaktadır. Bu tespitten hareketle: Bu menkıbelerin Bektaşi geleneği tarafından icat edilmediğini, köklerinin daha eskilere gittiğini ve Ahîler tarafından da bilindiğini söyleyebiliriz.[43]

Sonuç olarak, 13. ve 14. yüzyıllarda Ahîliğin temsil ettiği dindarlık biçimi, Bektaşi sûfîliğinin önemli kaynaklarından birisiydi. Ahîlik, 16. yüzyıldan itibaren sadece esnaf loncaları olarak devam etti. Dergâhlarıyla beraber Ahilerin çoğu, diğer batıni derviş grupları gibi Bektaşilere karıştı.


[1] Ziya Kazancı, Ahîlik, 1988.

[2] Haşim Şahin- Kazım Ceylan, Ahîlik Teşkilatı, 2016.

[3] A. Yaşar Ocak, Fütüvvetname, 1996.

[4] Ziya Kazancı, Ahîlik, 1988.

[5] Haşim Şahin- Kazım Ceylan, Ahîlik Teşkilatı, 2016.

[6] Ziya Kazancı, Ahîlik, 1988.

[7] Fetret Devri: Ankara Savaşı’ndan sonra Yıldırım Bayezid’in oğullarının birbirleriyle saltanat mücadelesi yaptıkları dönem (1402-1413).

[8] Ziya Kazancı, Ahîlik, 1988.

[9] İrene Melikoff, Uyur İdik Uyardılar, 2011.

[10] Haz. Cemil çiftçi, Âşıkpaşazade Tarihi, 2015.

[11] Ziya Kazancı, Ahîlik, 1988.

[12] Ziya Kazancı, Ahîlik,1988.

[13] Bedri Noyan, Bektaşilik Alevîlik Nedir, 1995

[14] Ziya Kazancı, Ahîlik, 1988.

[15] Haşim Şahin- Kazım Ceylan, Ahîlik Teşkilatı, 2016.

[16] Halil İnalcık, Orhan, 2007.

[17] A. Yaşar Ocak, Fütüvvetname, 1996.

[18] Ziya Kazancı, Ahîlik, 1988.

[19] İréne Mélikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, 2004.

[20] A. Yaşar Ocak, Fütüvvetname, 1996.

[21] İréne Mélikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, 2004.

[22] M. Fatih Köksal, Fütüvvetname ve Ahîlik Teşkilatı, 2021.

[23] Ziya Kazancı, Ahîlik, 1988.

[24] İréne Mélikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, 2004.

[25] Rıza Yıldırım, Bektaşiliğin Doğuşu, 2020.

[26] Rıza Yıldırım, Bektaşiliğin Doğuşu, 2020.

[27] Rıza Yıldırım, Bektaşiliğin Doğuşu, 2020.

[28] İrene Melikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, 2004.

[29] Rıza Yıldırım, Bektaşiliğin Doğuşu, 2019.

[30] İrene Melikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, 2004.

[31] İrene Melikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, 2004.

[32] İrene Melikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, 2004.

[33] M. Fatih Köksal, Fütüvvetname ve Ahîlik Teşkilatı, 2021.

[34] İrene Melikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, 2004.

[35] Fahri Maden, İstanbul Bektaşileri, 2019.

[36] Bedri Noyan, Bektaşilik Alevîlik Nedir, 1995.

[37] Gülbank: Şiirsel bir ahengi olan dua, yakarış ve söyleyişlere verilen genel isim.

Yeniçeri Gülbankı: Bismişah, Allah, Allah! /Baş üryan, sine püryan kılıç al kan. /Bu meydanda nice başlar kesilir, hiç olmaz soran. /Eyvallah, Eyvallah! /Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan. /Kulluğumuz, padişaha ayan. /üçler, yediler, kırklar… /Nur-ı Nebi, Kerem-i Ali /Gülbang-i Muhammedî /Pirimiz, Hünkarımız, Kutbu’l arifin Hacı Bektaş-ı Veli. /Dem-ü devranına Hu diyelim, /Hu!

[38] Yılmaz Soyyer, 19. yüzyılda Bektaşilik ve Bektaşiler, 2012.

[39] Kırklar Meclisi: Hz. Muhammet miraçtan dönerken bir meclise gelir, “Ben peygamberim,” der. İçeriden, “Bizim aramıza peygamber sığmaz,” diye cevap gelir. Bu birkaç kez tekrarlandıktan sonra, “Fakirlerin hizmetkarıyım” dediği zaman bu meclise kabul edilir. Hz. Muhammed, “Size kimler denir?” der. “Bize Kırklar denir,” diye cevap alır. “Peki sizin ulunuz, büyüğünüz, küçüğünüz kim?” diye sorar. “Bizim küçüğümüz, büyüğümüz yoktur. Küçüğümüz de uludur, büyüğümüz de uludur. Birimiz kırkımız, kırkımız birimizdir” denir. Bunun üstüne Hz. Muhammet meclisten bunu kanıtlamalarını ister. O sırada Hz. Ali kolunu uzatır, bıçağın ucu ile kolunu hafif kanatır ve kolundan bir damla kan akar. Onu, her canın kolundan birer damla kanın gelmesi izler. Sonra Hz. Ali kolunu bağlar, hepsinin kanaması durur. Selman-ı Farisi dışardan bir üzüm tanesiyle gelir. Hz. Peygamber üzümü sıkar ve herkes ondan içer. Büyük bir coşkuyla hep beraber semaha kalkılır. Dönülürken Hz. Muhammet’in başından sarığı düşer ve kırk parçaya bölünür. Kırklar bu parçaları bellerine bağlarlar ve kemerbest olurlar. İşte Alevi ve Bektaşilerin yaptığı cem ayini, bu Kırklar Meclisi’nin devamı kabul edilir.

[40] Rıza Yıldırım, Menakıb-ı Evliya, 2020.

[41] Gadir-i Hum Menkıbesi: Genel olarak bütün Şii grupların inancına göre, Hz. Peygamberin Veda Hacı dönüşünde Mekke ve Medine arasında bir yer olan Gadir-i Hum’da Hz. Ali’yi kendisinden sonra gelecek halife tayin etmiştir. Alevilik ve Bektaşilik gibi batıni Şii grupların anlatımında ise konuya ilave detaylar gelmiştir. Buna göre Hz. Peygamber ile Hz. Ali bir gömleğin içine girerek tek vücut iki baş olmuştur. Etraftakilerin itirazları üzerine aynı gömlek içinde tek vücut tek baş olmuşlar. Hz. Peygamber; Ya Ali, “Etin benim etim, kanın benim kanım, cismin benim cismim, ruhun benim ruhumdur,” demiş. 

[42] Rıza Yıldırım, Menakıb-ı Evliya, 2020.

[43] Rıza Yıldırım, Menakıb-ı Evliya, 2020.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu