
Ural dağlarının orta ve güney kısımları ile İdil (Volga) arasındaki bozkırların bulunduğu bölgeye Başkırdistan denir. Bu bölge, Orta Asya’nın tabi uzantısı ve kadim Turan yurdudur. İdil- Ural boylarının batı kısmındaki Tataristan; İdil (Volga) ve Kama nehirlerinin birleştiği yerdedir. İdil (Volga)- Ural Boyları- 1 Tataristan’a dediğimizden Başkırdistan’a da 2 diyoruz.

TÜRKSOY’un (uluslararası Türk kültürü teşkilatı) Başkırdistan verilerine göre; Nüfus, 4.192.300. Yüzölçümü, 143.600 Km2. Etnik Yapı, Başkurt %30, Rus %36, Tatar%24, diğerleri %8. Resmi Diller, Başkırtça ve Rusça.
Ülkenin batı kısmının yarısı vadilerle bölünmüş yaylalardan ibarettir. Bu bölüm verimli kara toprakla örtülü. Burada buğday yetiştirilir. Bozkırlarda ise hayvancılık yapılır. Doğuya Ural’a doğru olan kısımlar ise sık ormanlıklarla kaplıdır. Başkırdistan’da arıcılık kadim bir meslektir. Hatta bazı dönemlerde Ruslara vergilerini veya bir kısmını bal olarak vermişlerdir. Uralların batısındaki zengin petrol yatakları Başkurdistan’ın orta kısımlarındadır. Buna bağlı olaraktan rafineriler ve Petro kimya tesisleri de buralarda kurulmuş. Başkırdistan gelişimini iki şeye borçlu; 2. Dünya Savaşı’ndan sonra endüstri merkezlerinin yeniden oluşturulması ve bölgede petrol yataklarının bulunması.
Başkırdistan’ın başşehri Ufa, 1574 yılında bir kale şehri olarak Ak İdil ve Kara İdil nehirlerinin kavuştuğu noktada kurulmuş. Ural dağlarını sırtını dayamış olan Ufa şehri şifalı doğal kaynak suları ve şifalı çamurları ile meşhurdur. Ufa, Batı Ural coğrafyasındaki endüstriyel merkezlerden biridir.
Ufa’daki caddelerin isimleri ilginç, sanki komünist Literatürü gibi; Komünist caddesi, Karl Marks caddesi, Lenin caddesi, Oktober caddesi (komünist ihtilale Ekim – oktober ihtilali de denir), Frunze (eski komünist liderlerden, daha sonra Zeki Velidi olarak ismi değişti) caddesi ve Sovyet (Mustay Kerim olarak değişti) caddesi.
Başkırt Türkeri’ne mensup olan A. Zeki Velidi Togan[i]’a göre Başkırt kelimesi Beş Ogur’dan gelmektedir ve asılları Türkistan’ı terk ederek kuzeye yönelen ve sonra batıya geçen Kıpçak Türkleri ‘ne dayanmaktadır. Hatta bir kaynağa göre bunlardan bir grup Macaristan’a kadar gitmiştir.
Ogurlar Oğuzların kardeşleridir. Herhalde birbirlerinden çok erken devirlerde ayrılmış olmaları dolayısıyla, dillerinde bazı fonetik (ses) değişmeler meydana gelmiştir. En açık fark da ana Türkçe ‘deki Z sesinin Ogur lehçesinde R’ye çevrilmiş olmasıdır. Aslında “Oğuz” tabiri doğrudan doğruya “Türk boyları” manasına geldiğine göre, doğuda kalan ve Z sesini kullanmağa devam eden ana kütleye karşılık, onlardan batıya doğru ayrıldıktan sonra R ‘li lehçe konuşmağa başlayan Ogurların (Kuzey Batı Türklerinin) adlarındaki bu fark buradan gelse gerek.
Rusya’daki yeni şehirler hep aynı gibi. Hükümet binaları, etrafında büyük meydan ve Lenin heykeli. Birde gösterişli tiyatro binaları ki, bugüne kalan miraslardan. Bu manzara Ufa ’dada aynı.
Stalin Sovyet döneminin en önemli lideriydi. 2. Dünya savaşı onunla kazanılmıştı ve bugün bilinen bazı şeyler o dönemden kalma. Bütün bununla beraber onun ile alakalı hiçbir şeye rastlamadım. Sovyet dendi mi bizim aklımıza Lenin- Stalin gelirdi fakat biz orada sadece birisini gördük. Bilgisine başvurduğumuz Başkırt arkadaşların verdiği bilgiye göre, Önceden Stalin adına bir park ve içinde de bir heykel varmış. Sovyet döneminden sonra Ufa’da 800 tane büst ve heykel ortadan kaldırılmıştır.
Bu konuda İlber Hoca’nın mülahazası da şöyle; Kruşçev (1953-1964), İktidarının daha ikinci yılında yaptığı iş, Komünist Partisi’nin 20’nci kongresinde Stalin’in tarihi portresini ve Stalinizmi yerden yere vurmak oldu. Milyonlarca insanın sürgününü ve katlini açıkladı. Stalin adını taşıyan binlerce şehir, kasaba, köyün ve tesisin adı değişti. Direnen sadece Stalin’in vatanı Gürcistan’dı. Küçük milletler büyük tarihi portrelerini harcayamazlar. (Prof. Dr. İlber Ortaylı, Sovyetler ‘in Kruşçev dönemi, milliyet.com.tr, 12.10.2014)
Daha önce gittiğim Kazan, Tataristan’daki kiliselerde buradakilerde hem çok estetik hem de çok iyi durumdalar; rengârenk ve ışıl, ışıl. Sanki Bolşevik ihtilaliyle kısa süreliğine mola vermiş veya nadasa bırakılmış gibi tekrar eski vazifelerine dönmüşler.
Türkiye’de yayımlanmış özellikle dini kitaplar Sovyetler dağıldıktan sonra Rusça ‘ya tercüme edilerek İdil – Ural boylarındaki Türklere dağıtılıyor. Bu bölgenin Anadolu coğrafyasında basılı kitapları kendi bölgelerine getirmesi yeni olan bir şey değil. 19. asrın sonu 20. Asrın başında Osmanlı topraklarında basılan eserler o zamanda o bölgelere gönderilirdi. Özellikle Ahmet Mithat Efendinin eserleri çok meşhurdu. Ahmet Mithat ve idil Ural Türkleri diye yazılmış bir risalede var. O dönemde her iki bölgede de ortak Arap alfabesi kullanılıyordu
Türkiye’de Risale-i Nur Külliyatı diye bilinen eserlerde Sovyetlerin dağılmasından sonra aynı bu bölgelere getirilmiş fakat bugün Rusya’da yasaklanmış.
Burada bir arkadaş enteresan bir hatırasını anlattı. Başka bir Tatar arkadaşı Moskova da matbuat işleriyle uğraşıyor. Türkiye’de yazılan bazı eserleri tercüme ettirip özellikle İdil – Ural Türklerinin yaşadığı bölgeye gönderiyormuş. Bu Tatar arkadaşın bir gün kendisi Moskova dışında iken evine Rus istihbaratı baskın yapmış ve nasıl olduysa Moskova Metrosu’nun krokisi ve el bombası evde bulunmuş, arkadaş yakalanmış ve birkaç sene hapis yatmış. Bizim arkadaşla görüşmüşler, ne olduğunu anlayamamış ama sadece Moskova dışına çıkarken birisi yanlarına gelmiş ve nereye gittiklerini ve ne zaman döneceklerini sorduğunu hatırlamış, onun haricinde buldukları şeyle nasıl oraya gelmiş hiçbir malumatı yokmuş.
Biz yazımızda hep Başkırdistan dedik. Ama Başkurdistan diye de kullanılıyor ki, o isim daha meşhur. Zeki Velidi Togan’da Başkurdistan ismini kullandı. Bizde ilk önce Başkurdistan diyorduk fakat çevremizdekiler sık sık isim benzerliğinden dolayı, onların Kürtlerle alakası var mı diye soruyorlardı. Şimdiye kadar ki okumalarımızda, Sovyetlerin yıkılmasından sonra buraya Türkiye’den gelen inşaat firmalarında çalışanlar haricinde Kürtler ile tarih boyu bu bölgenin hiçbir bağlantısı olmamış. Bizde zihin karışıklığı olmasın diye Başkırdistan’ı kullanmayı tercih ettik.
Bugün Rusya da Volga diye bilinen nehrin Tatarca adı İdil. Biz başlığımızda ve ilk paragraflarda her iki ismi de kullandık. Ama yazının kalanına bizim konumuza da uygun düşen İdil ismiyle devam ettik.
Kısa Tarihçe:
Bugünkü Başkırtistan’ın da içinde bulunduğu İdil-Ural bölgesi, 4. yüzyıldan itibaren Sibirya’dan gelen çeşitli Türk boylarının iskânına sahne olmuştur. Hunlar, Göktürkler, Hazarlar, Peçenekler, Kıpçaklar (Kumanlar), İdil Bulgarları, Altın Orda ve Kazan Hanlığı gibi Türk kavim ve devletleri bu bölgede hüküm sürdü.
370’li yıllarda İdil-Ural boyundaki Hunların başında Balamir vardı. 374-375’te onun önderliğinde Hun kitleleri İdil nehrini aşarak batıya doğru ilerlemeye başladılar. Hunların merkezi 400 yılı civarında İdil’den Orta Avrupa’ya nakledildi. Ancak bölgede ilk devlet teşkilâtını kuran İdil Bulgarlarıdır. 922’de İslâmiyet’i resmî din kabul eden İdil Bulgarları, İdil-Ural’da Türk-İslâm kültürünün gelişmesinde önemli rol oynadı.
İdil Bulgar Devleti 1236’da Cengiz Han’ın torunu Batu Han tarafından ortadan kaldırıldı. Altın Orda Devleti’nin de Özbek Han döneminde İslâmiyet’i resmî din kabul etmesinin ardından İslâm dini ve kültürü bölgeye iyice yerleşti. Ancak Timur’un Altın Orda üzerine yaptığı seferler bölgedeki Türk-İslâm kültürüne büyük bir darbe oldu. Altın Orda Devleti’nin zayıflamaya başlamasıyla Kazan, Kırım, Kasım, Astarhan ve Sibir hanlıkları ortaya çıktı. İdil-Ural bölgesinde kurulan Kazan Hanlığının 1552’de Ruslar tarafından yıkılmasıyla bölgedeki Türk hâkimiyeti sona erdi.
Kazan Hanlığı yıkıldıktan sonra Başkırtlar Rus ilerleyişine engel olamadı. Ruslar Yayık, Samara, Birsk ve Ufa gibi yerleşim merkezlerini işgal ve tahkim ettiler. Ruslar’ın bu istilâ hareketlerine karşı Başkırt Türkleri ülkelerini büyük bir fedakârlıkla savundularsa da üstün silâh gücü karşısında yenilgiye uğradılar (1649). Ruslar Kazan Türkleri ‘ne yaptıkları gibi ülkelerini müdafaa eden Başkırt halkını da ağır bir şekilde cezalandırdılar. Bu ağır zulme dayanamayan Başkırt Türkleri bir müddet sonra büyük kitleler halinde isyan ettiler. En şiddetli isyanlar 1661 ve 1765 yıllarında oldu. Kazan Hanlığının istilasından sonra bir kısım Tatarlar Başkırtdistan sahasına kaçtılar. Ruslara karşı isyan hareketlerinin organize edenler arasında buraya göç eden Tatarların önemli rol oynadığı söylenir.
Başkırtlar, Rus istilâsı ve zulmü karşısında İstanbul’a elçiler ve mektuplar göndererek ülkelerinin düşman istilâsından kurtarılmasını istediler. Fakat Osmanlılardan cevap alamamaları üzerine liderleri Murad Han maceralı bir yolculuktan sonra 1708 yılında İstanbul’a gitti ve ülkesinin kurtarılması için resmen yardım talebinde bulundu. Onun bu isteğine karşı Osmanlı hükümeti, padişahın ve Kırım Hanlığının Ruslar ‘la barış yapmış olduğunu, fakat kendi başlarına Ruslar ‘la savaşmak isterlerse gayri resmî olarak yardımda bulunabileceğini bildirdi. Tatminkâr bir netice elde edemeyen Murad Han memleketine dönmek mecburiyetinde kaldı ve kısa bir süre sonra da Ruslar ‘la yaptığı son mücadelede şehit oldu.
19. asırda Rus köyleri çok kalabalıktı. Bu tarihte Rus halkının Başkurt topraklarına yerleşimi de görülmektedir. 1865-1895 yılları arasında resmî kaynaklara göre 25.000 köylü ailesi yani yaklaşık 150.000 kişi Başkırdıstan’a yerleşmiştir. Bugün ki nüfusun %36’sını oluşturan Ruslar o zamandan kalsa gerek.
1917 Bolşevik İhtilâli ile ortaya çıkan fırsatı değerlendirmek isteyen Başkırt Türkleri, A. Zeki Velidi Togan arkadaşlarının önderliğinde, o günlerde düzenlenen Rusya Müslümanları Kongresi’ne katılarak ihtilâlin vaat ettiği, halkların eşitliği ilkesi çerçevesinde haklarını korumaya çalıştılar. Bolşevik ihtilalinden çok kısa bir süre sonra 20 Kasım 1917’de Başkırdıstan’ın muhtariyeti resmen ilan edilerek Başkırt Otonom Cumhuriyeti’ni kurdular.
Önce Kazan Türkleriyle İdil-Ural Tatar Devleti’ni kurmak için uğraşan Başkırtlar, anlaşma sağlanamayınca aynı işi Kazak ve diğer Türklerle yapmak istediler. Fakat bu tip birliktelikler de anlaşma sağlanamaz. Bu süreçte Rusya’da iç savaş hakimdir. Başkırtlar, bazen Rus generallerle bazen de Bolşeviklerle irtibata geçseler de bir netice alınmaz ve şartlarda aleyhlerinde gelişir. Bolşevikler duruma hâkim olur ve 23 Mart 1919’da Sovyet Sosyalist Tatar-Başkurt Cumhuriyeti’ni kurmak isterler fakat bazı ihtilaflardan dolayı resmen ilân edilemez. Bunun yerine 23 Mart 1919’da Başkurt, 27 Mayıs 1920’de Tatar Muhtar Cumhuriyetleri ilân edilir.
Başkurt Muhtar Sosyalist Cumhuriyeti’nin oluşumu, 1919 yılından başlayarak 1934 yılına kadar geçen süre içinde sınırları tamamlanarak son şeklini almıştır.
Başkurtlar, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra da 31 Mart 1992’de yılından itibaren Rusya Federasyonu’na bağlı özerk bir Cumhuriyet olarak varlığını sürdürmektedir.
Seyyahlar ve Eski Esrelere Göre Başkırtlar:
Başkırdistan’a değişik dönemde seyyahlar ziyaret ettiler. Bunlardan bazılarının kaleme aldığı kanaatleri şöyledir:
Evliya Çelebi, Başkurtları Ruslarla mücadeleleri sırasında gördüğünü, bu Başkurtlardan bazılarının Osmanlılara tâbi olarak, Osmanlı Devleti’nin Rus sınırlarındaki Rus ve Kalmuk saldırılarına karşı savunma görevi teklif ettiklerinden bahseder. Seyyahımız, Başkurtları Nogaylar[1]ın deyimiyle Haşdek, yani İştek şeklinde anarak Haşdek kavmiyle ilgili olarak şunları söyler; “Haşdek kavmi at etleri yer; boza, kımız, talkan ve yazma içerler. Hava ve suyunun hoşluğundan güzel erkek ve kadınları çoktur. Hepsi âşıktırlar. Erkek ve kadınlarının elbiseleri çuhadır. Başlarında kalpakları vardır. Ama Tatar başlıkları gibi değildir. Değişik tarzda sürahi kalpak giyerler. Kadınları yüzleri açık gezerler. Bu Haşdek kavminin çok hızlı atları, güzel zırhları, ucu sivri Mâhan vilâyeti kılıçları, Mâzenderan vilâyetinin çok güzel tüfengleri, Şiraz ve Geylan vilâyetinin çok güzel ok ve yayları, güzel kalkan ve süngüleri vardır. Hepsi konar göçer kavim ve kabilelerdir. İçlerinde Ulemaları gayet çoktur. Gece gündüz Kalmuk ile savaşırlar. Zira, gayet cesur, güçlü, kuvvetli, kibirli yiğitleri vardır. Yüz bini tüfengli, yüz bini okçu takımıdır. Altı adet şâhi topları vardır.
Eski Müslüman müellifleri Başkurt ismini başcirt (istahri), başgird şeklinde yazarak, İbni Fadlan’ın “dağlık, ormanlık ve içerisine nüfuzu zor olan bir memlekette yaşadıklarını ve bu ülkenin merkezinin o zaman bağlı olduğu Bulgar kabilesinden 25 günlük mesafede bulunduğunu” söylediğini ifade ederler.
Bir başka Müslüman müelliflerinden Şemseddin Dimaşki, Moğollar zamanındaki Başkurtları, Kıpçak urugları (boy) arasında saymıştır.
Meşhur coğrafyacı İdrisi de Yayık ve Ak İdil nehirleri üzerinde bulunan Nemcan, Gurhan ve Kurukaya şehirlerinden, buralarda yapılan silahlardan ve buralardan çıkan sincap ve kunduz derilerinin yakın ve uzak beldelere ihracından bahsetmiştir.
Divanü Lügati’t-Türk’te ise Başkurt adı “Başgırd” şeklinde bir Türk boyu olarak geçer. Oradaki ifadeye göre, “Bizans Rum ülkesine yakın olan boy Beçenektir; sonra Kıfçak, Uguz, Yemek, Başgırd, Basmıl, Kay, Yabaku, Tatar, Kırkız=Kırgız gelir”
Ebu’l-Gazi Bahadır Han Şecere-i Terakime (Türklerin soy kütüğü) adlı eserinde, Başkurtların çoğunluğunu Kıpçakların oluşturduğunu söylemiştir. Başkurtlara komşu (Eştek/Heşdek, Ruslarca Ostyak) İştek kavmine ve kuban (Nogaylara göre Kuman) ırmağı boyundaki Çerkeşler ile Terek boyundaki Tümen ahalisine Cengiz istilasından sonra çok sayıda Kapçağın sığındığı anlatılmaktadır.
Macarlar ve Başkırtlar:
Macarların Türk olup olmadığı sık sık karşımıza çıkan bir mesele. Onlarla olan yakınlığımızın ilki, Ural – Altay dil gurubunun, biz Altay kısmını onlarda Ural grubunu temsil ediyor olması. Ama esas önemlisi aynı coğrafyalarda, değişik ve aynı zaman dilimlerinde yaşamış olmamız belki de bu meseleyi daha da canlı tutuyor. Türklerin tabi göç yollarından olan İdil – Ural bölgesi, Karadeniz’in Kuzeyi (Dest-i Kıpçak[2]), doğu Avrupa ve Macaristan bu cümleden sayılabilir. Macarlar bizim konumuzun dışında fakat Başkırtlarla olan bazı birliktelikleri veya aynı toprakları yurt edinmelerinden dolayı birbirlerinin devamı olduğu özellikle Avrupalı araştırmacılar tarafından yazılmıştır.
Başkurt-Macar münasebetleriyle ilgili bazı batılı yazarların görüşler şunlardır: Macarların yüzyıllarca Ural bölgesinde kaldığından birçok bilgini göre, Macarların doğudaki Magna (büyük) Hungariası bugünkü Başkurt toprağı ile eşittir.
Bugünkü Başkırt sahasının batı ve güneybatı bölgesinde, 18. yüzyıl başlarında Macaristan’da da bulunan ortak birkaç coğrafi yer adı vardır.
Başkırtistan toprağında Başkırtlardan önce uzun bir süre İdil Bulgarları tesirinde kalan Macarların yaşadığını, onların büyük bir kısmının 600 yıllarında güneye göç ettiklerini, bir kısmının da eski yurtlarında kaldıklarını, bu eski Macarların dilinin Proto Başkırt dilinin de temelini oluşturduğunu, sonradan oraya göç eden Türklerin Macarları Türkleştirdiğini, daha sonra bu bölgeye akın eden Moğolların, birçok Tatar ve diğer unsurları da birlikte getirdiklerini ifade eder. (Yrd. Doç. Dr. Suzan Tokatlı, Başkurt Türkleri, www.tarihtarih.com)
Bütün bu bilgilerden belki şöyle bir netice çıkarılabilir, Macarların eski yurtları olan Magna Hungaria’nın daha sonra Başkurt toprağı olmasından ötürü, Başkurtların içinde erimiş bir grup Macarların da bulunduğuna, ortak bazı yer isimleri ve Başkırtça’ya girmiş Macarca kelime olduğu kabul edilebilir.
Başkırdistan Seyahatimiz:
İdil (Volga)- Ural bölgesine ilk seyahatimizi Ekim 2014’ de Kazan – Tataristan’a yapmıştık. O seyahatimizde yaklaşık Kazan’a 2 saat mesafede olan ilk Müslüman Türk devleti Bulgar’ı da ziyaret etmiştik. Onun hakkında 01.11.2014 bir makalede kaleme aldık.
Kazan’a gitmişken 2-3 saat mesafedeki Çuvaşıstan’ın başkenti Çeboksar’a da gittim. Türklerden, Müslümanlıktan Hıristiyan dönmüş tek grup Çuvaşlar olsa gerek. Kazan hanlığını 1552 de Ruslar yıktıktan sonra oradaki halkları din değiştirmek için zorla vaftiz etmeye çalıştılar. Tatarlar ve Başkurtlar direndi fakat Çuvaşların çoğu vaftiz edilerek din değiştirdi. Onların dil yapıları Volga Bulgarlarına benziyor ve onların devamı olarak kabul ediliyor. Birde orada 2-4. Asırdan beri yaşayan Fin-Ugor[3] dil gurubuna bağlı olanlarda zamanla Çuvaşların içinde erimiş.
Birinci Seyahatimizin esas ziyaret yerleri hep şehirler ve eski kültür bölgeleri idi. Başkırdistan’daki gibi çevre köyler, Ural dağları ve ormanları türü şehir dışındaki yerleşimlere ziyaretimiz olmadı. Bunda Başkırtların yerleşik hayata geç dönemde geçmesinde de rolü var. Birde Başkırtlar’ın eski kültürlerinden kalan çok şeyi köylerde bulmak mümkün.
İdil (Volga)- Ural bölgesine ikinci seyahatimizi 5 Ağustos 2017’de Başkırdistan’a yaparak daha önce eksik bıraktığımız halkayı tamamladık. Esasen ilk seyahatimden sonraki sene buralara gelmeyi düşünmüştüm. Çünkü bu bölgeyi ancak bu şekilde anlayacağıma inanıyordum. Bununla beraber bir yıl sonra değil de üç yıl sonraya fırsatımız oldu. Ama şunu söyleyebilirim ki, Tataristan- kazan da yerleşik bir hayata ait kültür hakimken, Başkırdistan ’da köy ve göçebe kültürüne ait emareler baskın. Mesela kımız, atlar, arıcılık Başkırdistan’da çok meşhur. Tataristan’daki arkadaş, bu bölgeye geldiğimi öğrenince bana ilk sorduğu soru, orada kımız içtin mi. Bundan dolayıdır ki İdil (Volga)- Ural bölgesini son seyahatimizle beraber daha iyi anlayabildik.
Bu bölgeye birinci seyahatimizde gelmek kolaydı vize yoktu. İkincisinde her şey zorlaşmıştı. Rusya’ya sadece 14 gün vize verdiler. Vize içinde hangi şehirlerde kalacaksak belirttik, aksi takdirde problem yaşanabiliyor. Kalacağımız otelinde teyit evrakı yanımızda idi ona da girişte memur baktı ve çok sorular sordu. Neden oraya gittiğimi daha önce gidip gitmediğimi, gittiğimi söyleyince Vize’nin pasaportta gözükmediğini, hâlbuki o dönemde Rusya’ya vize yoktu. Ayrıca vizemin olduğu ülkelere neden gittiğimi sordular. Pasaportumda birçok ülke vizesi olunca sorular da uzadı. Bu 4. Gidişimdi, ilki 1994 yılında pek hatırlamıyorum ama diğerlerinin 3-4 yıllık mazisi var böyle değildi. Pasaport kontrolden çıktığımda da beni bakliyenler haricinde havalimanı boştu kimse kalmamıştı.
Başkırt bir arkadaş da Mısır da çalışmış, bu yakınlarda Rusya’ya geri döndüğünde ona da girişte uzun uzadıya sorular sormuşlar. Yani sadece bize has değil bu sön dönemlere ait uygulama sanırım. Birde otelden ayrılırken orada kaldığıma dair imzalı mühürlü evrak verdiler; çıkışta sıkıntı olmasın diye. Aynı türden vize ile girilen ülke olarak Mısır ve Çin’e çok kez gittim, özellikle Mısır’a ihtilal döneminin başlarında da gittim ama bu tür muamele yoktu hem girişte hem vize alırken.
Başkırdistan’a erken saatlerde vardık. Uçakta uyumuştum biraz. Ötele gidip yerleşmeden hemen programa başladık, aksi taktirde zaman kaybı oluyor. İlk durağımız, buraya gelen seyyahlarında sık sık uğradığı Ural dağlarının eteklerindeki Gufuri bölgesi. Burada Başkırtlara ait her türlü köy yaşantısını ve kültürlerini görmek mümkün. Belki kışında ayrı güzelliği var ama yaz buralarda bir başka güzel. Yemyeşil ovalar ve etrafta ovaları kıvrılarak yaran nehirler ve kolları.
Buralardaki köyler, verimli arazi ve ormanların eteklerinde kurulduğundan zengin. Evler tek katlı ama birde çatı katıda bazen kullanılıyor. Etrafta at haraları ve çayırların konduğu merekler var.
Gafuri bölgesinde uğradığımız Sait Baba köyünde kulüp veya kültür binasına ziyarete gittik. Orada geleneksel kültürler faaliyetler tanıtılıyordu. Bu bölgelerde kaz çok, gezi boyunca köylerde gördük onlardan. Kış başlangıcında kaz yolma günleri varmış. Aileler bir araya gelir kış boyu ihtiyaçları olan kazlar beraberce yolunup ırmak veya göllerde temizleniyor ve ambarlara konuyor. Kaz yolma tavuktan daha meşakkatli olduğundan imece usulüyle yapılıyor. O güne ait fotoğrafları kültür merkezinde görünce bizim dikkatimizi çekti. Bu tür uygulama bizim Kars yöresinde de var, hatta hala orada kış başlarken kazlar yolunuyor kış boyu yemek için, bazı aileler İstanbul’da akrabalarına da gönderiyor.
Sait Baba köyünde, Sovyet döneminden kalma 7-8 tane kolhoz ambarları vardı ki 2000’li senelerin başında terkedilmiş. Buraya gelen mamulleri tartmak için eskiden kalma ahşap kantar da hala duruyor. Onun da ambarlar gibi üstü kapatılmış. Bu şekilde basit ahşap araba tartan kantar ilk kez gördüm.
Gafuri bölgesinde küçük bir müzeye gittik. Müze orada doğmuş ve Sovyet döneminde yaşamış Başkurdistan’ın önemli dilcilerinden Jalil Kiekbaev (1911 – 1968) adına düzenlenmiş, onun hayatına ait yazılar ve resimleri birde şahsı eşyaları sergilenmiş. Başkurt dili ve edebiyatına önemli hizmetleri olmuş. Şahsı eşyalarının içinde birde Kur’an vardı ama çoğu sayfası kaybolmuş. Sovyet döneminde yasaklı olduğundan gizli yerlerde muhafaza edilmiş. Oradaki arkadaşlar söyledi ki, Jalil Kiekbaev babası molla imiş. Burada molla, cami veya medrese hocalarına verilen isim.
Köylerdeki evlerde kalorifer sistemleri var. Yine Gafuri bölgesinde başka ve daha küçük bir köy olan Karayılgan köyünde eski bir ev ziyaret ettik. Bu evde ki kalorifer sistemi çok basit, Kuzine gibi mutfakta soba mantığında çalışan tuğla ile örülmüş bir fırın var. Ekmek ve başka şeyler pişirmek içinde fırına göz açılmış. Çok kalın kalorifer boruları, fırının içinden geçirilerek evin odalarında dolaştırılmış. Evi sadece o borular ısıtıyor, radyatör kullanılmamıştı. Çok şirin bir evdi, daha önceden 8-9 çocuklu bir aile yaşıyordu. Şimdi ise boş sadece yazları kullanılıyor. İlk kez buralarda her evin bahçesinde olan Başkurt hamamı “munsa”yı gördük.
Gufuri bölgesinde dolaşırken iki ayrı eve uğradık, bize sütlü çay ile yanında ıslak kurut (tütsülenmemiş kurut), kaymak ve reçel (onlar ona kaynatma diyor) ikram ettiler. Bunlar burada standart gibi. Onların yanında farklı ikramlarda oldu ama bu zikrettiklerimiz değişmedi. Bir başka günde Ufa yakınlarında Çeşme bölgesinde bir eve de uğramıştık, yukarıdaki ikramların aynısı orada da vardı.
Termal turizmi buralarda meşhur. Ufa yakınlarında geniş alan içerisinde kurulmuş çok büyük sanatoryumlar (Verem gibi bazı hastalığa yakalanmış kimselerin iyileştirilmeleri için kurulmuş sağlık kuruluşu) var. Oralarda kükürtlü su ile de tedavi oluyorlar. Dönüşte buraya uğradık farklı bölgelerden insanlar buraya geliyor. Buradaki binalar çok büyük yapılmış tipik Sovyet dönemi binaları gibi.
Başkırdistan’ın gezilecek önemli bölgelerinden biriside Burzan bölgesi. Ural dağlarının içerisi de olan bu bölgede kara kovan arıcılığı meşhur. Bu bölgede esas meşhur olan yer ise, içindeki resimler, M.Ö. 14-12. asırlara kadar eski tarihlere dayanan dünya çapındaki “Şülgentaş” Mağarası.
Seyahatimizin ikinci ve üçüncü gününü Ufa’dan 380-400 km güney doğuda olan Burzan bölgesine ayırdık. Normal şartlarda arabayla 4-5 saat çekiyor. Ural dağlarının başlangıcına kadar her taraf düm- düz ova. Uçak, Ufa’ya inişe geçtiğinde yaklaşık yirmi dakika dışarıyı izledim. Hiçbir dağ veya tepeye rastlamamıştım. Köyler çok güzel, çok geniş çayırlıklar ve nehirirlerin kollarının bulunduğu yerlere kümelenmiş. Ama Ural dağlarının eteklerinde ve içindeki köyler bir başka güzel.
Burzan bölgesine giderken Uralların içinde hem nehrin hem de ana yolun kenarında Osman Gali diye bir köy. Hemen yolun yanında 80-100 metre yükseklikte yola hâkim tepede güzel bir cami yapılmıştı. Yoldan geçenler ekseriya ona uğruyor. Bizde hem gidişte hem de dönüşte uğradık. Burası diğer köy camileri gibi değil her zaman açık. Minareleri de şehirde yeni yapılan camiler gibi. İmamıyla tanıştık, 30-40’lı yaşlarda bir arkadaş. Kitaplarımızı ona hediye ettik. İmamın çocukları da cami de idi.
Akşama doğru Burzan bölgesine geldik. Şülgentaş mağarasına yaya yaklaşık bir saatlik bir mesafede konaklama yerleri var. Bungalov türü, buralara has ahşaptan iki katlı evler yapılmış. Biz onların birisinde kaldık ama buraya gelen yerli turistlerin çoğu nehir kenarında organize edilmiş park alanına park parası veriyorlar ve çadırlarını orda kuruyorlar. Etrafta da birkaç kafe- restoranlar var. Buraya ekseriya mağara için geliniyor. Bununla beraber bazı guruplar da kara kovan arıcılığı için oluşturulmuş yerlere de gidiliyor. Dün aklımız buraların yöresel hamamı münsa da kalmıştı, burada da evlerin etrafında o tür hamamlar vardı. Bizim parayla yaklaşık 50 TL’ye saatlik kiralanabiliyor. Rehber arkadaşla yarımşar saatliğine kullandık onu. Normal evlerdekinden biraz daha büyük, birde ilave bir odası vardı. Yani giriş kısmı, çok sıcak olmayan dinlenme kısmı ve sobanın yandığı sıcak olan kısım.
Şülgentaş mağara turları saat 11;00 sularında başlıyor 16:00 gibide bitiyor. Mağara güzergahı milli park, yol boyunca hem normal arıcılığı hem de arıcılık müzesini ziyaret ettik. Bu bölgelerde çok eski zamanlarda mamut, gergedan türü hayvanlar yaşadığından yol kenarlarında heykelleri var. Bu hayvanların mağaranın içinde M.Ö. 12-14. asırdan yapılmış resimleri de var. Yine bu milli park içinde kara kovan balının yapıldığı yere gitmek için milli parkta çalışan görevliden randevu almak lazım ama o takdirde geceye kalacağımızdan orayı görmekten vazgeçtik. Diğer türlüde Ufa’da ki kalan programlarımız aksayacaktı.
Burzan bölgesinde İldar isimli bir Başkurt ile tanıştık. Buranın Güney Doğu sınırında Tulgan adlı bir bölgeden gelmiş. Yanında bir kızı birde oğlu vardı. Tarih ve Türk kavimleri ile ilgili malumatları olan birisi. Büyük dedesi müderris olup ismi İlyas’mış, kendi oğlunun ismini de İlyas koymuş, kızının adı da Kerime. Dedesinin malına Bolşevikler el koymuş ve onu hapsetmişler. Dedesi sıra dışı birsiymiş, 82 yaşında bir kızı olmuş ve bugün o kızı hala yaşıyor. İldar’ın Bizim Enver Paşa’nın Türk birliğini sağlamak için oralardaki faaliyetlerinden haberi vardı. Ama bana çok ilginç bir soru sordu; Osmanlı neden batı ya doğru yayıldı da doğuya bizim buralara gelmedi?
Seyahatimizin dördüncü gününü, Ufa’da müze ziyaretlerine ayırdık. Milli Müze’de 3,5-4 saat gibi uzun süre harcayınca yorulduk. Kalan programlarımızı, civardaki camiler, Halkların Dostluğu Anıtı ve Ufa’ya 45 dakika mesafedeki çeşme bölgesine göre ayarladık.
Ufa’ya 45 dakika mesafede Çeşme denilen yerin civarında 12-13. Asırda yaşamış Hüseyin Bek isimli bir dervişin türbesi vardı. Onu ve çevreyi ziyarete geldik. Derviş İdil bölgesinden buraya İslamlaştırmak için gelmiş bir Yesevi dervişi olduğunu söylüyorlar. Veya İdil- Ural boylarında yaşayan bir Yesevi dervişi. Üzerindeki türbe 15. Asırda Timur zamanından kalma. Hatta etrafında çok kalın mezar taşları olan 4-5 tane mezar var. Onlarda o dönemden kaldığı zannediliyor. Türbenin etrafı bu yörenin mezarlığı. Mezarların çoğunda resim vardı. Çok az kısmı resimsizdi. Rehber arkadaşın ifadesine göre, dini hassasiyeti olan aileler resim koymuyormuş.
Timur, İdil – Ural bölgesi için kötü hatıraları olan hükümdar. 13 asırda burada kurulan Altın Orda devleti (1227 – 1520) Berke Han döneminde Müslüman olmaya başladı ve kısa sürede Türkleşti. Hem Başkurtların hem de Tatarların devletiydi. Karadeniz’in kuzeyindeki çok geniş topraklara hükmediyordu. Timur tarafından devlet parçalandı ve daha sonra yıkıldı. Onun parçalanması ardından bu bölgede küçük hanlıklar kuruldu. 16. Asırdan sonra hanlıklar teker teker ortada kaldırıldı ve bu bölgeler tamamıyla Rusların hâkimiyetine geçti.
Rehber arkadaş Timur’un yüz bin civarında Tatar’ı öldürdüğünü, Altınordu devletini yıktığını ve bugünkü Rusların eline şehirlerinin geçmesini hep ona bağladı. Bu anlatımdan biz kanaat ettik ki buralarda Timur sevilmiyor. Bununla beraber Ufa’da arkeoloji müzesinde bize rehberlik eden arkadaşın isminin Timur olduğunu öğrenince ona sorduk, kendisi Başkurt idi. Biraz şaşırdık ama daha sonra elimizdeki mevcut bilgilerle, Tatarlar daha şehirli olduğundan Altın Orda devletinde vazifeleri de vardı dolayısıyla kendi devleti olarak onu görüyordu. Ama Başkurtlar ise daha göçebe hayatı yaşıyordu pek Tatarlar kadar etkilenmemiş olabilirler. Rus işgalinde de Başkırtlar ilk önceleri Ruslar ile anlaşmışlardı. Belki de bir kısım insanlar buralara Moğollar dönemde geldi. Bundan dolayı aynı düşünmüyorlar. Her zaman olduğu gibi eksik malumatla yaptığım yorumda ıskaladım.
Daha önceden yaptığım Kazan- Tataristan seyahatinden tanıdığım bir arkadaşa bu meseleyi sordum. Timur ismi neden konuyor bu bölgelerde. Arkadaş, Timur isminin Başkurt ve Tatarlarda Sovyet döneminde yaygınlaştığını çünkü o dönemde Tatar, Başkurt ve Müslüman isimlerini koymak yasaklanmıştı. Onlarda öz benliklerini korumak için İvan, Vilademir gibi Rus isimlerden kaçınarak, Timur, Albert, Ferdinand ve Rafael gibi isimler vermeye başladılar. Bu tür isimlerin hiçbiri Ruslar tarafından kullanılmıyormuş. Timur hakkında ondada olumsuz izlenimler var idi.
Çeşme bölgesinden dönmeden önce çay için rehberin kayınvalidesine uğradık. Kendisi de buralı. Daha önce uğradığımız evlerdeki gibi sütlü çayın yanında hemen ikramlar hazırladılar. Diğer evlerdeki gibi kaymak, kurut ve çilek reçeli değişmeyen ikramlardan idi. Ayrıca onun yanında da başka şeyler ve buranın başka bir yerel yemeği olan kıymalı “budga” da hazırladılar. Daha önce Burzan bölgesinde onu kıymasız yemiştik. Kıymalısı daha lezzetliydi. Budga, beklenmedik misafirler için pratik bir yemek.
Dönüşte de yeni yapılmış çeşme camine uğradık; çok sade ve hoş bir yapı. Bizim rehberde buralı olduğundan onunda sevdiği bir cami. Ramazan da teravilere hep buraya geliyormuş.
Son günümüzü başka rehber arkadaşla devam ettik. Önce otelimizin yanındaki Salavat Yulayev anıtına gittik. Sonrada sırayla Arkeoloji ve Etnoğrafya müzesi sonrada 2. dünya savaşı müzesi. Zor olanları önceden bitirdiğimizden işimiz erken bitti. Daha önce diğer rehber arkadaşla gittiğimiz Özbek restoranına tekrar gittik çünkü bu bölgeye has çeşitli yemekleri ancak burada bulabildik.
Son programımızda, buradan hediyelik bal almak oldu. Çok farklı ebatlarda bir sürü çeşit bal vardı. Bizim rehber arkadaş öğretmedi ama aynı zamanda da arıcılık yapıyordu. Neyse onun yardımıyla farklı çeşit küçük kutularda ballar aldık. Meğer onun arabasının arkasında da bal var ve satıyor. Ama bir kg’lık kutularda. Ondan da iki ayrı kutu aldık fazla alamazdık valizimiz de yer kalmadı.
Rehber arkadaşın sattığı bal buraların meşhur ıhlamur balı ve 500 ruble/kg, bizim parayla yaklaşık 25 TL’ye geliyor. Ben hiç bal almadığımdan fiyatları karşılaştırma şansım olmadı. Senede toplasan 300-400 gr bal yerim yemem. İstanbul’a dönünce Erzurumlu arkadaşıma fiyatları sordum; Erzurum’da 50-60 TL ‘imiş. Ama balına göre fiyatlar çok yukarı çıkıyor. Arkadaşa senede ne kadar bal yersim diye sordum? dedi ki 20 kg’dan fazla. Başka tanıdığım Erzurumlu arkadaşta balı çok seviyordu. Erzurum mutfağı da Başkurt mutfağı gibi Et, tahıl ve süt üzerine kurulu. Tabi, birde vazgeçilmezleri bal.
Ufa’daki Anıtlar:
Ufa’ya gidenlerin uğramadan dönmediği yerlerden birisi Salavat Yulayev anıtı. Bir başka önemli anıt ise Halkların Dostluğu Anıtı. Her iki anıtta Sovyet döneminde yapılmış. Bu anıtlar on yıl arayla yapıldı fakat bizim baktığımız taraftan fikri bir tezadı barındırıyor.
Son günün sabahı buranın en önemli anıtlarından birisi olan Salavat Yulayev anıtına gittik. Tam kaldığım odanın karşısında Ufa’ya hâkim yüksekçe bir tepeden Ak İdil nehrine bakıyor. Ufa’ya gelenlerin gördüğü en önemli iki eser nedir sorulursa; birincisi Salavat Yulayev anıtı diğeri de Lale Cami derim.
Bu anıt ta 1967’de diğeri gibi Stalin döneminden sonra yapılmış. Çok büyük bir at üzerinde üzerin de genç bir bahadır ve milli kahraman. Daha önce Milli Müzede de onunla ilgili çok büyük kabartma resimler gördük.
Bu eserin Sovyet döneminde yapılmasını şöyle yorumladık; Bolşevik devrimi Çarlık Rusya’sına karşı olmuştu. Salavat Yulayev’de 18. Asırda yine Çarlık rejimine karşı köylüleri ezdiği ve köleleştirdiği için İsyan eden Rus köylüsü Pugaçev isyanına katılmış ve çok genç yaşında Çarlığa karşı mücadele etmiş. 19 Yaşında komutan olmuş ve 20’li yaşlarında isyan bastırılınca oda babası Yulay ile beraber yakalanıp Baltık kıyısındaki bir hapishaneye gönderilmiş ve Kalan 25 yıllık ömrünü hapishanede tamamlamış. Hakkında yazılan destanlar hala halkın dilinde. Bunu ezilmiş halkın onurlu mücadelesine devrin siyasi figürleri tarafından bir iyi niyet girişimi olarak değerlendirmek lazım.
Halkların Dostluğu Anıtı 1957’de Stalin döneminde sonra Kruşçev döneminde yapılmış. Anıt dikilitaş formuna benziyor fakat dikdörtgen şeklinde. Anıtın önünde iki kadın heykeli var; bir ellerinde kınına girmiş kılıç, diğer ellerinde de yüksük. İki heykelin arasında kabartmadan yapılmış iki Rus askeri ve İki Başkırt askeri. Rus askerlerine sarılan Başkurt bir çocuk. Anıtın arka yüzünde ise iki halkın tokalaşması ve kaynaşmasını gösteren kabartmalar.
Rusların Kazan hanlığını 1552’de yıkmasından sonra Başkırt Emirleri 1557’de Moskova’ya gidip Rusya’ya bağlılıklarını bildirmişlerdi. Bundan dolayı 400 yıllık dostluğun anısına dikilmiş bir anıt. Başkırt Beylerinin bağlılığını bildirmesi o anlık meseleydi. Daha sonraki dönemlerde isyanlar hiç eksik olmadı ki. 400 yıllık dostluk denen şey isyanlar ve zulümlerle geçti. İşin diğer tarafı Bolşevikler Rus Çarlığını yıkarak farklı bir sayfa açmışlardı. Ama buradaki tavır sanki Rus Çarlığının devamı bir devlet gibi.
Bolşevik ihtilalinin önemli simalarından ve Tatar Türklerinden “Mir Sultan Galiyev[ii] erken dönemde diğer Bolşevik liderlerle ters düşüyor ve onun tespitine göre; yazık! yüz yılın en namuslu hareketi Rus milliyetçiliğine heba ediliyor.
İşin doğrusu ben tam bu işi anlayamadım. Buranın en önemli anıtı olan Salavat Yulayev anıtı ile tezat teşkil ediyor. Bu konulara mesai harcamış, aklı eren bir arkadaşa dolaylı olarak bu sorularımı sordum; Salavat Yulayev anıtını tarih boyu bu kadar kavga gürültüden sonra bir iyi niyet girişimi olarak gördü. Halkın Dostluğu Anıtına gelince; işin doğrusu o da ona mana veremedi sanırım ama şöyle izah etti; orada eskiden bir kale vardı daha sonra Çarlık döneminde kilise yapıldı. Bolşevikler kiliseleri kapatınca orasına böyle bir anıt yapıldı. Şimdi Başkırtlara sorsan orası kilisemi olsun yoksa bu anıt mı? Hepsi anıtı seçer. Bu meseleyi, geçmişten husumet çıkarmaktan ziyade geleceğe bakalım tarzında değerlendirdi.
Ufa’da birde “Yedi Kız” anıtı var. Havuzun üzerinde heykelleri yapılmış Yedi kız. Esasen Başkırtlar’ın Yedi Kız destanının, gölde boğulan versiyonundan mülhem bir eser. At üzerinde asker heykeli, özgürlük veya dostluk anıtı türünden şeylere, başka ülkelerde de farklı da olsa rastlamak mümkün. Ama bu anıt pek karşılaşılacak türden değil.
Ufa Camileri:
Aslında bir zamanlar Ufa, yüzlerce caminin ve mescidin olduğu bir merkezdi. Ancak gerek Çarlık Rusya’sı ve gerekse Sovyetler Birliği döneminde, camilerin neredeyse tamamı yıkılmış, geriye sadece sembolik amaçlı bir cami kalmış. 18. asırda 2. Katerina döneminde Rusya müftülüğü bu şehirde açılmış ve bugün Rusya federasyonunun müftülüğü de halen oradadır. Genel itibariyle Rusya’nın İslam adına en önemli şehri Kazandır. Tarih boyu ilim merkezleri ve ilim adamlarının adresidir. Bununla beraber Ufa’nın seçimi belki de biraz siyasiydi.

Bu bölgenin şu an en eski camisi 100 yıllık Abdulkadir Geylani Camidir. Rusya Federasyonu müftülüğünün yanında olan Cami, iki katlı ve tek minaresi var. Minare diğer yeni yapılan camiler gibi giriş kapısı tarafında değil de mihrap tarafında. Çatısı ve minarenin uç kısmı yeşil diğer taraflar tamamıyla beyaz. Abartısı ve albenisi olmayan düz ama şirin bir bina.
Camide görevli arkadaşlara kitaplarımızda hediye etmek isteyince arkadaşlar biraz tereddütle baktılar ama sonra aldılar. Diğer camilerde böyle değildi. Sanırım müftülüğünde olması bazı şeylere karşı dikkatli davranmalarını icap ettirdi.
Başkırdistan’ın belki de bütün bu bölgenin en ilginç mabedi, Lale Cami. Ak İdil nehrine yüksek bir tepeden bakan bir koruluk içinde. 1989 yılında Sovyetlerin dağılmasının eşiğinde yapımına başlanmış ve 1998 yılında bitirilmiştir. Caminin mimarisi diğer camilerden hem çok farklı ve iddialı hem de fazlaca mana yüklenmiş. Cami hakkındaki malumatları caminin görevlisi olan arkadaş aktardı bize. Caminin mimarı Rus ama bu bölgenin kültürüne hâkim birisi. Binanın çatı kısmı ve minarelerin şerefelerini üstünde kalan külah kısmı kırmızı renkte, diğer alt kısım ise beyaz. Lale camindeki minareler, diğer yeni camiler gibi on tarafta ama onlar gibi tam binaya bitişik yapılmamış biraz arada mesafe var. Ana yapının büyüklüğüne göre minareleri epeyce geniş. Minarelerin şerefeleri yeni açılmakta olan lale gibi yapılmış; bundan murat Sovyetlerin yıkılmasından sonra kış uykusunda olan İslam’ın yeniden açılmak üzere olduğunu anlatıyor. Camini çatısı ise minarenin aksine mevcut yapıdan çok daha geniş saçaklı ve keskin; oda artık burada Müslümanlığın geliştiğine işaret ediyor. Türkiye’deki camiler tarzında küçük bir kadınlar mahfili var. Diğer gördüğümüz camilerde kürsü yoktu fakat burada alçak bir tane var. Minber her camide de var fakat bizimkilere göre çok alçak. Bu yapının inşaat işlerini de yerel insanlar yapmışlar. Sadece caminin içindeki çinileri bizimkilerin eseri.
Lale camini saymasak sonradan yapılan camiler birbirine benziyor. Abartılı bir büyüklük yok. Köy camilerinde minareler genelde çatı üstünde ve 2 – 3 metre civarında. Yeni yapılan camilerde ise iki minare var ve caminin girişinde iki başta bulunuyor. Minareler ana yapıya göre uyumlu. Ana yapıda tuğla kullanılmış. Kubbe is çok küçük sadece ön tarafta bir yerde bina ile uyumlu. Çatı düzeni kiliselerdeki yapıya daha uygun gözüküyor. Ural dağlarındaki Osman Gali köyünde gördüğümüz cami ile Ufa yakınlarındaki Çeşme cami sonradan yapılmıştı. Yukarıda anlattığımız gibi birbirine çok benziyordu.
Daha önceki Tataristan seyahatimizde ve bu bölgede gördüğümüz kiliseler çok güzel ve canlı renklere boyanmış. Sanki yeni yapılan camiler, onların mimarisinden etkilenmiş.
Sovyetler Birliği döneminde nasıl camiler başka binalara dönüştürülmüşse Ufa ’dada bir cami gördük eskiden sinemaydı. Görünüşü çok farklı, yanından geçen kimse onu camiye benzetemez. Dışarısı eğlence yerleri gibi ışıklandırılmış. Kıble, ana cümle kapısından giriş istikametin değil, sola dönüyorsun. Neden böyle bir yapıyı camiye dönüştürdüklerine anlayamadım.
Ramazan’da buradaki camilere dışarlardan imamlar geliyor. Mesela Ufa müftülüğünün yanındaki camiye Türkiye’den geliyor. Beni gezdiren arkadaşın köyü Çeşme, Ufa’ya 45 dakika mesafede bir ilçe, oradaki camiye de Tacikistan’dan imam geliyormuş. Köylerdeki camiler cuma günü, bayramlarda ve ramazanlarda açık, diğer zamanlar kapalı. Bizim rehber arkadaş söyledi. Geçenlerde İstanbul Müftüsü Ufa ’da vaaz vermiş. Sanırım bu tür gidip gelmeler sık sık oluyor.
İstanbul Müftülüğü ve Türkiye Diyanet Vakfı İstanbul Şubesi tarafından Ufa’da yaptırılan bir İslam Üniversitesi var ki şu sıralar tamamlanma aşamasına geldi. Yapımına 2015’te başlanan ve yüzde 85’i tamamlanan üniversitenin 2018 Mayıs ayında hizmete girmesi planlanıyor.

Ufa’da yolların kavşağında sık sık geçerken karşılaştığım, büyük bir alan içinde yarım kalmış devasa bir cami vardı. Henüz daha ismi belli olmayan bu cami, Başneft’in (Başkırt Neft) desteklediği Hayır Fonu ‘Ural’ yaptırıyordu. Ebat olarak, Avrupa’nın en büyüğü ve yükseklik bakımından dünyanın üçüncüsü olmaya aday olan caminin inşaatına 2006’da başlandı fakat Başneft’in satılmasıyla araya ihtilaf girdi ve dev yapının inşaatı durduruldu. Böylece 2017’de tamamlanması planlanan Cami’nin inşaatının geleceği şimdilik belirsizleşti. (www.lenta.ru)
Başkurt Hamamı, Munsa:
Başkurdistan ziyaretimizde bizim en çok dikkatimizi çeken şeylerden biriside köyler de evlerin dışında yapılmış küçük hamamlar. Bunlara Başkurtlar “munsa” Tatarlar ise “munça” diyor. Hamam 3-4 kişini yıkanacağı şekilde dizayn edilmiş. Girişte bir küçük oda ve sobanın yandığı zemini ahşap kaplı ana oda. Bizim saunalardaki gibi yanan sobanın üstünde özel taşlar var sık sık onları ıslatıyorlar. Sular yanan kuzine türü şeyin üstünde ısıtılıyor ve diğer kaplarla aşlanıp kullanılıyor.

Ahşap zemini değişik yerlerinde delikler açılmış, su aşağıya akarına gidiyor. Buralar çok soğuk olduğunda bu hamamlar her evin yanında var. Tabi kendi içinde kültürü de oluşmuş. Bazı kokular dökülüyor, bizde o kokulardan birinden aldık, köknar ağacı kokusu idi. Birde yolda gördük büyük yapraklardan demetler oluşturulmuş satılıyor. Onlarda hamamda vücuda vurmak içinmiş. Neden vurulduğunu tam anlayamadım, öyle masaj tesiri yapıyormuş ve sıhhatliymiş.
Gafuri bölgesinde misafir olarak gittiğimiz evin sahipleri böyle çok ilgilendiğimizi görünce bizim orayı kullanabileceğimizi teklif ettiler. Aklımız orda kaldı ama kabul etmedik. Bizim baktığımız hamama kara hamam diyorlar çünkü bacası yok yanan dumanda içeride kalıyor. Onlara göre o daha sıhhatliymiş ayrıca tüm sıcaklığı içerde muhafaza ediyor. Bacalı olanlara da ak hamam diyorlar.
Bir gün sonra Burzan bölgesinde bir gece kalmıştık. Orada da böyle hamamlar vardı, biraz daha büyük yalnız onların ateş yakılan, odun koyulan yeri ayrı bir odada ama sobanın bir kısmı da hamam tarafında. Sobanın yakıldığı Kısıma dışardan kapı var. Bu sobanın olduğu hamam kısmı çok sıcaktı, oturmak zordu. Bizde yan odada kaldık. Duşta o odada alınıyordu. Diğer hamamlar gibi burada da ahşam zeminde delikler var suyun gideri için.
Ufa Müzeleri:
Müze ziyaretlerimizi son günlerimize bıraktık. Bu seyahatte kanaat ettik ki, önce müzelerden başlamak lazım. Çünkü bütün ülkeye ait her şey bir arada toplanmış. Yani büyük resmi bir bütün olarak görme. Müze ziyaretinden sonra anladık ki bazı detayları kaçırmışız. Bu her zaman olacak ama müze ziyareti önce olursa daha az olur diye düşünüyoruz.
Başkurdistan Milli Müzesi 1864 yılında kurulmuş 120 binden fazla eser barındıran köklü bir kültürel merkez. Ziyaretimizin üçüncü günü Müzelere ayırdık. Buradaki müzelerin en önemlisi ve büyüğü olan Milli müze den başladık. Müze bize bir görevli tahsis etti. Esasen burası Başkırdistan kültürüne ait birçok şeyin sergilendiği yer. Sadece eskiye ait eserleri değil aynı zamanda coğrafi bölgelerin, bazı önemli madenlerin, mağaralarını, burada yaşamış farklı toplulukların başlıklarına kadar detaylı giyim eşyaları, süs eşyaları, silahları, yaşadıkları yerlere ait alet edevatlar.
Milli Müzede çok geniş mekanlarda Başkırtlar’ın Çarlık Rusya’sı ile olan mücadelelerinin resmedilmiş. Onlardan birisi meşhur kahramanlarından Salavat Yulayev’in 18. Asırda Pugaçev isyanında köyleri dolaşması ve halktan asker toplamasını resmetmiş. Bir başka resim ise yine Salavat Yulayev’in Rus askerlerine yakalanma sürecinde askerlerden kaçışını gösteren bir resim; burada hem Salavat Yulayev hem de Rus askerlerinin kızakları var. Buradan anlaşılıyor ki, kışın çok uzun olduğu coğrafyalarda, kış mevsiminde hem askerlerin hem de halk kızaklarla dolaşıyor. Halbuki bizim Erzurum havalisi de çok soğuktur. Eski dönemlere ait askerlerin kızak kullanımı hiç duymadım. Bu bölgelerde Ural dağlarını saymaksan her taraf düzlük, onunda etkisi var mı bilmiyorum.
Milli müzede Başkurdistan bölgesini ve kuzey Asya’yı gösteren eski haritalar vardı. Tabi burası bizim en çok vakit geçirdiğimiz yer oldu. Bizim birinci kitabımız olan Orta Çağ Aydınlığı isimli eserimizde Kuzey Asya’ya ait haritalara değinmiştik. Burada da aslını görme şansımız oldu.

Bu haritalardan birisi El – Biruni’nin, diğeri Kaşgarlı Mahmut’a ait. Burada esas dikkat çeken daha büyük iki tane ise 16. asırdan kalma Hollandalılara ait. Bu iki haritadan birisi Hollandalı dünya çapındaki meşhur haritacı Mercador’un. Mercador bizim meşhur coğrafyacımız Kâtip Çelebiyi çok etkilemiş.
Fuat Sezgin Hoca’nın Mercador hakkında kanaati şöyle; “Felemenk’te oturan birisinin Sibirya’nın nehirleri, gölleri ve sahillerini nereden bilecek.” Üstelik oralara Avrupalılar ancak 1800 lü yıllardan sonra gidiyor. Demek oluyor ki daha önce buraların haritasını yapan birilerinden bir şekilde ellerine ulaşmış. Kuzey ve Orta Asya’nın 13. veya 14. yüzyılda oldukça teferruatlı bir haritası yapılmıştır. Bu harita 18. yüzyılın başında Sibirya’ya sürgün edilen İsveçli bir Subay’ın tarafından Tobolsk’ta bir tatar camisinin kütüphanesinde bulundu. Ebu – el Gazi Bahadır Han (1603 – 1663)’ın Tatar soyu ve boylarına dair kaleme aldığı kitabın bir parçası olarak ortaya çıkan bu haritayı caminin imamına Rusçaya tercüme ettirildi. Haritacılık tarihinin en önemli vesikalarından biri olan bu harita maalesef gerektiği şekilde incelenmedi. Sibirya’nın sahilleri, Kuzey Okyanusu’na dökülen nehirlerin, Orta Asya göllerinin enlem boylam dereceleri İslam kültür dünyasında Asya haritasının ne büyük bir gelişmeye kavuştuğunu gösteren paha biçilmez vesikalardan biridir. (Fuat Sezgin, İslam Bilimleri Tarihi Üzerine Konferanslar, Timaş Yayınları, İstanbul 2012).
Milli müzede bizde ki muska gibi küçük muskalar gördük, içlerinde ayı ve kurt dişleri vardı. Eski dönemlerde bazıları o muskalar vasıtasıyla ayıların ve kurtların onları koruyacağına inanıyorlardı.
Milli Müzede 3,5-4 saat kaldık, buradaki görevlide yoruldu bizde. Bugün gitmeyi düşündüğümüz diğer müze ziyaretini bir gün sonraya yani buradaki son günümüze bıraktık.
- müze ziyaretimiz, Arkeoloji ve Etnografya müzesine; Milli Müze gibi büyük değil ama çok özel eserler barındırıyor. Bu müzenin açılış zamanı da uygulamaları da farklı. Daha özel ve gurup ziyaretlerine göre çalışıyor. Açılış saati de yanlış hatırlamıyorsam 11:00 gibiydi.
Yeni Başkurt rehberimizle müzeye gittik fakat kapı kapalı. İçeriden birileri geldi ve ancak guruplar tarafından ziyaret edileceğini, ilk gelecek gurubunda saat 13:00’da geleceğini ve bizimde ancak onlarla beraber ziyaret edebileceğimizi söyledi. Bizim rehberin orada çalışan bir arkadaşı vardı onu aradı fakat o da Türkiye’de tatildeymiş. Bu sefer arkadaşa dedim, senin arkadaşın orada çalışıyorsa onun da orada arkadaşları vardır. Arkadaşınıza rica etseniz de şu an müzede olan bir arkadaşını bize yönlendirse, öylede oldu. Müzede çalışan Timur isimli bir doçent arkadaşını aradı ve o bize kapıyı açtı ve müzeye girdik.
Bu müzenin diğerlerinden farklı iki bölümü var; 1. Çok eski çağlardan kalma hayvan iskeletleri. Daha önce Şulgentaş mağarasında gördüğümüz mamut resimlerinin burada kemikleri vardı. Kemikler birleştirilerek dev bir iskelet oluşturulmuş. Müze görevlisi arkadaş kemiklerin gerçek olduğunu söyledi.
Esas önemli bölüm ise “Sarmat altınları”nın bulunduğu bölme. Burası kilitli ve uzaktan polis kontrolünde. Oraya girmek için önce polis merkezini aradılar, izin almak için veya haber vermek için. Aksi takdirde oradaki kilitli kapı ve kepek habersiz açıldığında hemen polis geliyor. Bayağı tantanalı oldu oraya girişimiz. Doğrusu birazda mahcup olduk. İçeride paha biçilmez altın kaplama, ekseriyatla geyik ve türevlerine benzeyen hayvan heykelleri vardı. Sarmatlar[4] tarafından yapılmış olan heykeller, o dönemden kalma kurganlarda bulunmuş. Başka bir Asya kökenli topluluk olan İskitlerin devamı olan Sarmatlar, Süsleme sanatlarında da metal işçiliğinde de İskitler gibi çok ilerlemişlerdi. Her iki topluluklara da İran’ı veya Türk- İran karışımı topluluklar olduğu iddiaları da var.
Nedense Orta Asya ile Kuzey Karadeniz havzasında yaşayan topluluklarda metal işçilikleri ve o türden sanatlar çok ilerlemiş. Aşağı yukarı o havzanın içinde kalan (Batı Sibirya ile Kafkasya’nın Kuzey bölgesinde) bir başka toplulukta Sabar[5] (Sibirler; Sibirya ismi buradan geliyor) Türkleridir. Bu topluluk sanat ve alet yapımında Bizanslı tarihçileri hayrette bırakmıştır.
Başka bir bölümde yerel halkın kullandıkları aletler var. Hatta birde Başkırt çadırı içinde eşyaları sofrası, sandığı ve yatak yorganları. Çadırın içinde bir perde çekilmiş sanırım anne babanın kaldığı bölme veya kadınlarla erkekleri uyurken ayırdığı bölme. Bir başka ayrıntıda uzun bir sırık var. Eğer kapı önünde dikili ise içeride yalnız bir kadın var demekmiş. Av aletleri de bu bölümde sergilenmiş. Hayvanlar için tuzaklar, kuşlar veya balıkları avlamak için sepetten kafes. Avcılık buralarda önemli çünkü tarih boyu geçim kaynakları. Meşhur Coğrafyacı İdrisi buralardan çıkan sincap ve kunduz derilerinin yakın ve uzak beldelere ihracından bahsetmiştir.
Bu coğrafyada ağaç bol taş az olduğundan aletlerde ekseriyetle ağaçtan mamul. İdil- Ural bölgesinde kurulan ilk Müslüman devlet olan Volga Bulgarlarının Bulgar şehrindeki kalesinin duvarları taş değil ağaçtan idi. Bütün bir ağaç dan oyularak yapılmış küçük bir botta vardı müzede. Birde kızaklar ki, sadece ağaçtan mamul değil, kızaklardan bir kısmının altına deri kaplanmış. Bizim en çok ilgilendiğimiz ise ağaçtan mamul değirmen taşları (demek ki hep taştan mamul olduğu için biz ona değirmen taşı diyoruz). Sadece birbirlerine sürten kısmına içine demir parçacıklar yerleştirilmiş ki aşınma olmasın.
Arkeoloji ve Etnografya müzesinde diğer gördüklerimiz farklı toplulukların giyim kuşam ve kullandıkları alet ve gereçler, Milli Müzedekilerin başka versiyonları gibi idi.
Bu müzede 2 saat sularında kaldık fakat çok verimliydi. Müze görevlisi Timur Bey, konusuna hâkim idi ve çok istifade ettik. Ayrılırken de yazdığımız iki kitabı kendisine hediye ettik.
Ufa’da ki en son ziyaretimiz 2. Dünya savaşı müzesi. Bu savaş bazı kavimleri; özellikle doğu tarafta olanlar ile Rus halkını ve yönetimini kenetlemiş. Buradaki Türklerde Alman askerlerine faşist diye hitap ediyorlar ve bu savaş da vatanlarını koruduklarına inanıyorlardı. Savaşı süresince erkeklerin hep askere gidip, işlerin kadınların başına kaldığını ve kadınların traktör gibi iş makinalarını erkeklerden daha çok kullandığını gördük. Birde bizim birinci dünya savaşını hatırladım, 15 yaşındaki çocuklar askere alınıyordu. Onun için “oy on beşli on beşli” diye türkümüzde var. Hatta şöyle bir malumat okumuştum, o dönemde “Trabzon Lisesi üç yıl mezun verememiş” çünkü lise 1-2 ve 3. Sınıfta olanlar askere alınmıştı.
Rusya’da da eli silah tutanlar askere alınınca iş hayatında çocuklar tezgâhlarda çalışmaya başlamış. Hatta bir tezgâhta bir temsil yapmışlardı. Çocuğun boyu tezgâha yetişmiyor altına yükselti koymuşlar. Birde burada çok büyük askeri ve sivil ölümler gerçekleşmiş. Müze yetkililerinin verdiği bilgi doğruysa, 7- 8 milyon askerin ölümünün yanında 25 milyon civarında sivil de açlık ve yoluktan ölmüş.
Rusya’nın batısındaki fabrikalar savaştan dolayı doğuya taşınmış. Bunların bir kısmı da Başkurt bölgesine gelmiş. Burada her şey savaşa endekslenmişti. Fabrikalar savaşa ait araç gereç üretebilecek hale getirilmiş. Gıda fabrikaları da asker için üretim yapıyordu. Buralarda çalışan kadınlar evlerine oradan bir şeyler alamazdı. Çevrede bulabildikleri otlar ve o tür şeylerle besleniyorlardı.
2. Dünya savaşında sonra diğer galip devletler Sovyetler ’in bu fedakârlığını kabul etmişler ve ona göre bazı tavizler vermişler. Bu savaştan önce Sovyetler pek itibar edilen devlet değildi, uluslararası platformlarda bundan sonra rol almaya başladı.
Buradaki müzede de bize müze çalışanlarından birisi refakat ediyordu. Müzenin son kısmında da Afgan savaşıyla ilgili kısma geçince, kendilerinin olmayan savaş da çok güçlü oldukları halde nasıl mağlup olduklarını, evlere dönen cenazelere nasıl tepki gösterildiğini ve Sovyetlerin sonunu getirdiğini anlattı.
Başkurt Mutfağı:
Başkurt mutfağı et, süt ve un türü şeyler üzerine kurulu. Sebze kültürü zayıf. Yemeklerde ona göre şekillenmiş. Ormanlık alanlar çok olduğundan ormanlarda bazı otlar topluyorlarmış. Ama Başkurt bir arkadaş bir hatırasını anlattı, bir gün mantar toplarken babaannesi ona çıkışmış; o tür işler bizim işimiz değil Rusların işi diye. Tüm sulu yemeklerde bol bol at eti kullanılıyor.
Buralardaki en güzel lokantalar Özbek lokantaları. Hatta bu lokantada bizim bulunduğumuz zaman içerisinde hep Türk şarkıları çaldı.
Başkurt mutfağını yemek istediğimizden önce birkaç Başkurt lokantasına getirdiler ama ya çeşit yok ya bitmiş veya aradığımızı bulamadık. Ancak Özbek lokantasında aradıklarımızı bulabildik.
Başkurtlar da şehirlileşme daha geç zamanlarda olduğundan daha çok hayvancılık, arıcılık ve çiftçilik türü işlerle uğraştığından buranın önemli tüccarları Özbek ve Tatar. Başkurt yemeklerini bu Özbek lokantasında yedik. Hatta Başkurt yemeği diye bize “kımız da tavuk” önerdiler ki çok güzeldi; küçük güveç kaplarının içine kımız dökülüyor, sonrada köy tavuğu, patates ve yeşil soğan içine konup fırında pişiriliyor. Bizim Başkurt rehberde çok beğendi. İlk kez yiyorum, artık evde yaptırırım onu dedi.
Başkurdistan’ın en popüler yemeklerinde biri ise “beş parmak”; ince hamur, et, patates, kavrulmuş soğan ve tütsülenmemiş kurut ve yanında et suyu çorbası. Lezzetli ve doyurucu bir yemek. Sığır etinden olduğu gibi at etinden de yapılıyor.
Kazan – Tataristan’da yediğimiz mantının bir benzeri de burada var. “Pelmeni” adındaki bu mantı, bizimkilere göre daha büyük ve bol etli, ekseriyetle at etinden yapıldığı gibi inek eti de kullanılabiliyor. Sibirya da geyik etinden de kullanılıyor. Sibirya’nın doğusunda bazı bölgelerde ayı eti de kullanılıyormuş.
Sabah kahvaltılarında burada “budka” adlı bir şey yiyorlar, lapa türü bir yemek. İçinde mısır, buğday, karabuğday gibi beş çeşit malzeme katıyorlar. Bu sadece karabuğdaydan da yapılıyor hatta içine kıyma da karıştırılıyor. Bizim rehberin kayın validesinin evine çay için uğramıştık, o da hemen aperatif bir şeyler hazırladı, kolay olduğundan hemen budka da pişirdi. Budka’yı, Karabuğdaya kıyma karıştırarak yapmıştı ki böyle daha lezzetli oldu. Bu evde de sofrada, diğer ziyaret ettiğimiz evler gibi kaymak, kurut, çilek reçeli ve sütlü çay vardı.
Sabah kahvaltılarında sanırım en çok burada “biliniy – Rus krebi” yeniyor. Biz üç dört kez onu yedik. Hatta Burzan bölgesinde öğlen pek yiyecek şey bulamayınca onu tercih ettik. Biliniy Başkurtların esas yemeği değil fakat onlara uyarlanmış. Buraya geldiğim sabah ballı biliniy yedik. Peynirli, sebze ve mantarlısı da var.
Başkırtlar’ın bir başka önemli yemeği de “Tokmaç”, her zaman evlerde kolayca hazırlanacak türden milli bir yemek. Önce çorba yapılıyor, daha sonra tokmaç hazırlanıyor; üç yumurta, kaynamış su ve un ile hamur yoğruluyor, hamur yoğrulduktan sonra açılıyor ve bizdeki erişte gibi ince ince kesiliyor ve bekletiliyor. Bu arada kaynamış çorbaya patates katılıyor, patatesler piştikten sonra çorbaya tokmaç dökülüyor, 15 dakika pişirildikten sonra üzerine yeşil soğan da dökülüp tokmaç hazır oluyor. Gafuri bölgesinde ilk uğradığımız evde tokmaç yemiştik. Tokmaç etlide oluyor ama bizim yediğimiz etsizdi.
Başkırdistan’ın bir başka bilinen yerel yemeği de “Kazılık”; at etine sarımsak, yağ ve tuz koyarak bolca karıştırılır. Daha sonra bağırsaklara koyulur. İki tarafı iple bağlandıktan sonra 40 dakika kazanda suyun içinde pişirilir ve yemek hazır olur. Biraz yağlı bir yemek ama kurut la dengeleniyor.
Burada ormanlardan yaban çileği toplama meşhur. Ondan “çilek reçeli” yapıyorlar ve ona “kaynatma” diyorlar. Gittiğimiz evlerin hepsinde masaya evde yapılmış çilek reçeli koymuşlardı ama evlerde bala daha az rastladık. Hâlbuki burada bal meşhur idi. Bu bölgelerdeki köyler ormanların eteklerinde kurulduğundan bu mevsimde yaban çileği toplama kolay. Birde arkadaşlar söyledi ki bu sene bal azmış hem de çilek reçeli yapmak kolay.
Tatlı olarak ise, “eremsek” adlı sütlü tatlıları var; lor peynir, yoğurt ve bal ile karıştırarak yeniyor. Lokantalarda da var, evlerde de pratik yapılıyor.
İçecek olaraktan buralarda sütlü çay meşhur. Bizim gittiğimiz evlerde hep onu ikram ettiler.
Başkurdistan’da bizim rehber bazı yerlerde soruyor yiyecekler helal mı diye. Buranın %36’sı Rus olmasına rağmen, o kelime sorduğumuz her yerde biliniyor. Çoğunlukla da helal değil diyorlar. Ekseriyetle helal lokantalar, camilerin etrafında kümelenmiş
Önemli Başkırt Destanları:
Başkurtların meşhur Ural Batır destanları vardır. Klasik destanların Başkırtlar’ın hayatına uyarlanmış başka versiyonu gibi. Bundan dolayı destan kahramanı Ural dağlarıyla da irtibatlandırılmış. Destanda atlarla ilgili çok sayıda bölümler de var.
Hatta Ural dağlarının dışında bazen rastlanan küçük tepecikler bile, ayakkabısı oraya düştü diye irtibatlandırılır bu destanla.
“Ural-Batır destanı” Başkurt halkının mitolojisini ve kökleri ilkel komünal (ortaklaşa) sistemin egemen olduğu döneme uzanan arkaik görüşleri ve inançları yansıtan bir eserdir.
Ural-Batır destanında yer alan bazı hikâye ve karakterlere başka Başkurt destanlarında da rastlanır.
Destan temelinde yatan hikâye oldukça karmaşık, Ural-Batır’ın insanların mutluluğu için canavar görünüşlü kötü ruhlar ile mücadelesini anlatıyor. Destanın kahramanları bahadır ve sıradan insanlar, gökyüzünde yaşayan tanrılar, doğa güçleri, mitolojik yaratıklardır.
Eserde ihtiyar adam Yanbirde ve karısı Yanbike, çocukları Ural ve Şulgen ve torunları Yayik, İdel, Nuguş, Sakmar gibi üç nesilden karakterlerin yaşam öyküleri anlatılıyor. Buna göre destan da üç kısımdan ibarettir.
Birinci kısmında dünyanın oluşumundan söz edilir, Büyük Tufan meydana gelir, ilk insanlar Yanbirde ve Yanbike ortaya çıkar, oğulları Ural ve Şulgen dünyaya gelir.
Destanın kahramanlıkları anlatan ikinci kısmında Ural ile Şulgen ölümsüzlük arayışlarına koyulur. Ural zalim Katil Han’ı yener, Yılanlar Kralı Kahkahi’nin boynunu eğdirir, yeraltı ve sualtı dünya kralı Azraka’yı öldürür, kötülük tarafını seçen kardeşi Şulgen ile savaşır, sonuçta ise yeryüzüne dirilik suyunu serperek onu ölümsüzleştirmeyi başarır.
Son kısmında üçüncü nesil kahramanlar ortaya çıkar. Babalarının işine devam eden Ural ve Şulgen’in oğulları kötü ruhlar ile mücadele eder ve yenşişma isimli dirilik suyunu elde ederler. Destan Ural’ın ölümüyle son bulur. Onun gövdesi Ural Dağı’na dönüşür. (https://tr.sputniknews.com/)
Bir başka destan var ki, “yedi kız” o bizim ilgimizi daha çok çekti. Ufa şehrinde de onunla ilgili anıt yapılmış; havuzun içerisinde yedi kız.

Hikâye şu; “Eskiden birisinin yedi kızı varmış. Yedisi de güzel, yedisi de cesurmuş. Kıra çıktıklarında hep beraber gezerlermiş. Bunlara hayran olmayan insan yokmuş, ilgi duymayan canlı yokmuş. Günlerden bir gün kızlar dağa çıkmışlar. Dev padişahı bunları görmüş ve peşlerine düşmüş. Bunlar el, ele dağın tepesine çıkıyorlarmış. Dev kovalayarak peşlerinden gelmiş. Tam da yakalayacakken kızlar birer birer sıçrayıp göklere çıkmışlar. Yedisi yedi yere saklanmışlar. Ayrılmamak için de birbirlerine yakın durmaya çalışmışlar. O yedi kız yedi yıldıza dönüşüp parlamaya başlamış. Sonradan onlar “Büyükayı Yıldızı” diye adlandırmışlar.
Bu hikâyenin birde başka versiyonu var ki o versiyon havuzun içinde yapılmış yedi kız anıtına daha uygun. Hikâyenin başkahramanları yedi kız aynı ama olay farklı gelişiyor. Yedi kızların köylerini Rus Kazakları basıyor. Güzel kızlar hariç herkesi öldürüyorlar. Kızlar kaçmasın diye ayaklarını kesiyorlar. Onlarda ayaklarını at yelesindeki kıllarla dikip gece kaçıyorlar. Yalın ayak ayakları acı içinde çok fazla uzaklaşamıyorlar. Kazaklar haber alıp peşlerine düşüyor ve kısa zamanda kızları buluyorlar. Kızlar onlara teslim olmamak için el ele tutuşup göle atlıyorlar ve gölde boğuluyorlar.
İdil- Ural Boylarının En Önemli Bayramı; Sabantoy:
Diğer Türk boylarında olduğu gibi Başkurt Türklerinin de coğrafî ve sosyal şartlarına bakıldığında, tabiatın onların hayatındaki öneminin büyük olduğu görülür. Geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlayan bir toplum olarak onlar, bayramlarını da tabiatın seyrine göre şekillendirmişlerdir. Bu bayramlardan en önemlisi “Sabantoy” bayramıdır.
Sabantoy, iki kelimeden oluşuyor. Saban ve toy; saban, toprağı süren tarım aracı manasında bizim Türkçemiz ‘dede kullanılıyor. Toy ise düğün, eğlence demek. Yani Toprağın sürüldükten sonraki bir bayram, eğlence. Başkırdistan’da bir arkadaş, önceden kutlardık artık biz daha onu kutlamıyoruz dedi ama Tatar sitelerinde ona çok önem verildiği anlaşılıyor. Sadece Tataristan’da değil Türkiye ‘dede etkinlikler yapılıyor.
Sabantoy, mayıs sonu haziran başı gibi kutlandığı gibi, gün ve gecenin eşit olduğu güz mevsimin dede kutlanabiliyor. Bu bayram sayesinde insanlar başka bölge ve memleketlerde yaşayanları bir araya getirir.
İdil(Volga)- Ural Türklüğünün (Tatar-Başkurt-Çuvaş) ve bu topluluklarla kültürel alışveriş içinde bulunan öteki milletlerin hayatında, günümüzde de çok büyük bir öneme sahip olan, Sabantoy olarak adlandırılan tabiat bayramı, bazı mahallî bayramları ve kutlamaları da bünyesine dahil ederek diğer bayramları ikinci plâna itmiştir denilebilir.
Sabantoy ‘un kutlanmasının temel gerekçesini karların erimesi, havaların ısınması, saban ve tarlaların sürülmesi ile ekilmesinden sonra duyulan sevinç ve coşku meydana getirmektedir. Dolayısıyla Sabantoy ile yazın gelişi arasında doğrudan bir ilgi vardır. Nitekim Sabantoy’da yapılan eğlencelerin tamamı yazın gelişi sevinci ile paralellik arz etmektedir.
Türk dünyasının büyük bir bölümünde çok büyük etkinliklerle kullanan baharın gelişinin kutlandığı bayram olan Nevruz’daki ve yine yerleşik- şehirli Türk grupları arasında yaşatılan Hıdırellez’deki kutlamalardaki “bahar sevinci” olduğu gibi Sabantoy ‘dada karşımıza çıkmaktadır. Başkurtların Sabantoy kutlama biçimleri ve oynadıkları oyunlara dikkat edildiğinde, Türk dünyasının öteki bölgelerindeki Nevruz kutlamalarının benzeri pratiklerin ve davranış kalıplarının tatbik edildiği görülür.
Sabantoy bayramında komşu kabilelerden misafirler çağırılarak büyük hazırlıklar yapılıp yemekler pişirilir. İlk olarak “qor başı” adı verilen kişi, halkın Sabantoy bayramını kutlayarak, güzel dilekler diler. Bayramda yapılacak güreş ve yarışları, nerelerden kimlerin geleceğini, gelenlerin boylarını, yine bayrama gelecek olan kuraycı (bir çeşit çalgıcı), dombracı, kımızcı ve şarkıcıları halka haber verir ve onlara halkın selamını iletir.
At ve yemek yarışları bayramın en eğlenceli âdetlerindendir. Bu yarışların dışında “atılmaq” veya “sangildak” denilen bir salıncak kurulur. Kurulan bu salıncağın bir tarafına bir genç kız diğer tarafına da bir delikanlı geçer ve çevredekiler de el ele tutuşup büyük bir daire oluşturarak salıncakta sallanan gençlere çeşitli hamaklar (nükteler) söylerler.
Sabantoy’ da gençler her yıl yakılan geleneksel ateşlerini yakarak, etrafında şafak vaktine kadar oyunlar oynayıp, şarkılar söyleyerek eğlenirler. Yakılan bu ateş Sabantoy bayramı bitene kadar söndürülmez. Burada dikkat çeken nokta, diğer Türk boylarında Nevruz bayramında yakılıp üzerinden atlanan ateş kültünün, Başkurtlarda Sabantoy bayramında karşımıza çıkmasıdır. (https://tr.sputniknews.com/)
Başkırt Çalgıları;
Başkırtların milli çalgısı “Kuray”; Başkurtların milli çiçeği olan kuray çiçeğinin sapından yapılır. Kuray çiçeği, kamış türünden bir bitkidir. Bu bitki sadece Başkurdistan’da yetişir. Aynı zamanda Başkurt bayrağında kuray çiçeğinin sembolü vardır. Bayrağın üzerinde bulunan yedi kuray çiçeği, yedi ayrı Başkurt boyunu temsil eder.
Kuray, önde dört arkada bir delik olmak üzere beş delikle kavala veya neye benziyor. Başkurtlara göre tabiattaki sesleri kuray dan almak mümkün. Kuray dudak ve diş arasına yerleştirilerek çalınan bir aletidir.
Önemli bir Başkurt aleti de “kumız. Buradaki arkadaşların ifadesine göre bu aleti daha çok kadınlar kullanıyor. İki parça metalden ibaret ola kumiz’in sesleri bize eski şamanların ayinlerindeki sesleri hatırlattı. Ana metal parça ağızın içine yerleştiriliyor ve diğer ince parçaya dokunularak ses çıkarıyor.
Gittiğimiz ülkelerde bu tür yöresel alet veya küçük numunelerini alıp ofisimizde sergiliyoruz. Fakat kuray’ı büyük, fazla yer kaplıyor diye almadık ama çok küçük ebatta olan kumız den aldık.
Atlar:
Genelde hayvan özelde ise at yetiştiriciliği bozkır Türklerinin temel iştigal sahasıydı. Türklerin ilk yurtları olan Moğolistan tam bir hayvan yetiştirme yeriydi ve gücüde buradan geliyordu. Devletlerinin başkentlerini burada kurmalarının izahı da budur. Bundan dolayıdır ki Moğolistan tarihi, bir atlar tarihidir. Moğolların ve Türklerin yazgılarını, kabiliyetlerini atlı güçleri belirlerdi. Kaşgarlı Mahmut at Türkün kanadıdır der. At ilk kez Orta Asya da evcilleştirildiği kabul edilir. Kadim Türk toplulukları melezleme yoluyla 200’den fazla at cinsi yetiştirmiştir.
Tüm Avrupa’nın otlak bakımından en zengin yeri Macaristan ovasıdır. Atilla Avrupa’yı fethetmeyi düşünmemiştir. Çünkü elindeki atlı gücü ancak Galya ve İtalya’ya seferler yapmak için yeterli ama oraları istila için yeterli bir sayı değildir. (Jean- Paul Roux, Türklerin Tarihi, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2007). Bundan dolayı daha sonra o bölgelerde hükümran olan Avarlar ve Moğollar gibi bozkır kavimleri Macaristan’ı yurt edinmişlerdir.
Bol su, geniş çayırlar, bozkırlar ve gür ormanlara sahip Başkurt coğrafyası at yetiştirmeye elverişlidir. Güçlü soğuğa dayanıklı ve uysal atlarıyla tanınırlar. Başları büyük boyunları ve ayakları kısadır. Genç kısraklar günde otuz litreye kadar süt verebilirler. Çok soğuk havalara dayanabilirler. Bunlara kışın tüyleri büyür ve kıvırcıklaşır, yazın dökülür.
Bu kadar atlarla tarihi birlikteliği olan insanların birde onların etinden ve sütünden faydalanma meselesi var. Orta Asya ve uzantısı olan İdil- Ural bölgesinde atlar değerli olduğu kadar, etleri- sütleri de çok kıymetli. Buna mukabil at eti meselesi bizim Anadolu insanının problemli meselesi. Bizim buralarda yenilmiyor ama Orta Asya da ve Rusya da kalan Türkler için en muteber et.
Orta Asya ile ilgili tarihi meseleler okurken sık sık şuna rastlardım. Zengin insanlar ekseriya At etini tercih ederler, durumu daha zayıf olanlarda at eti pahalı olduğundan inek eti veya diğer etleri seçmek zorundalar.
Gittiğimiz Özbek lokantasında yemeklerin yanına at eti veya inek eti diye yazıyor. Burada bana rehberlik eden arkadaş, arkadaşının başından geçen bir hikâyeyi anlattı. Türkiye’den buralara ticari ateşe olarak gelen bir görevli, bazı özel günlere ve cenaze sonrası yemek merasimlerine çağırılıyor ama hep at kestiklerinden yiyemiyor ve dert yanıyordu. Bir gün bir Başkurt arkadaşı babasının vefatından sonra yemek vermek için Türkiye’den gelen arkadaşını da hesaba katarak inek kesmiş, tabi Türkiye’den gelen arkadaşı da afiyetle yemiş. İnek kesen arkadaş daha sonra babasını rüyasında görmüş, onu fena azarlıyor, neden at kesmedin diye.
At eti ile ilgili birde fıkhı problem var. Esasen o bölgedeki insanlarda Anadolu’nun genelinde olduğu gibi Hanefi mezhebinden. Hanefi mezhebinde at eti hakkında iki görüş var; İmameyn (İmam-ı Yusuf ve İmam-ı Muhammet) yenilmesine hükmederken, İmam-ı Azam yenilmemesi görüşünü tercih etmiş. Görüşler farklı olunca, her bölge kendi kültür dünyasına uygun olanı seçmiş.
Arıcılık:
Dünyanın en meşhur ballarından Ortegoy Uralların içinde dağ köylerinde rastlanır ve yaban arılarının ağaçlara yaptığı tabi kovuklarda üretilir. Bunlara kara kovan balı da denir. Burada esas bol miktarda üretilen bal ise ıhlamur balıdır.

Kara kovan balının mazisi burada eski. Altın Orda devleti zamanından beri belli kurallara dayalı olarak devam eden sistem. İlk zamanlar arılar kendiliğinden ağaçların içindeki bir oyuğa girerek bal yapıyorlardı. Bunlar yaban arılarıydı ve etraftaki belki de 500 yakın çiçekten topluyordu bu balı. Civardaki köylülerde bu ağaç içinde oluşmuş tabii kovanı görünce ona damgasını vuruyordu. Daha sonraki süreçte köylüler ağaçlara arıların yaptığı gibi tabi kovan yapmaya başladılar.
Kara kovan meşakkatli ve uzun soluklu bir iş. Bundan dolayı nesiller boyu devam etti. Kara kovan yapmak için önce ağacı seçiyorlar ve ağacın üst kısmı kesilip 5- 10 yıl ağacın genişlemesi bekleniyor. Daha sonra ağacın alttan 4 – 8 metre yükseklikte oyuk açılıyor ve yan taraftan da bir delik açılıyor. Bu seferde 2 – 3 sene ağacın içine açılan oyuğun kuruması bekleniyor. Daha sonra içine değişik yerlerde saplamalar koyuluyor arıların Uzerlerinde durabilmeleri için. Yapılan kara kovanın bazı bölgelerine de bal mumları yerleştiriliyor. Önden açılan büyük oyuk kamufle ediliyor. Yandan açılan küçük delik ise bir saplamayla kapanıyor ama arıların aralardan içeri girebileceği şekilde. Bundan sonra beklenmeye başlanıyor.
Kovanlar Haziran’da açılıyor acaba içeriye yabani başka şeyler girdimi diye. Daha sonrada sonbahar başında petek sağılıyor ama arıların ürettiği balın bir kısmı alınıyor. Kalanı ise arıların yemesi için bırakılıyor.
Kovanlar hangi aileye aitse, o ailenin kendine ait damgası üzerine vurulurdu. Bu kovanlar nesiller boyu devam ettiğinden damgalar üzerindeki işaretlere yeni nesiller için ilave çizgiler eklenirdi.
18. asra kadar devam eden bu sistem, daha sonra bu bölgelerde bulunan yeni maden yataklarından dolayı kurulan fabrikalar ve Rus köylülerinin bulundukları yerlerdeki yoğunluklarından dolayı bu bölgelere nakledilmeleri buradaki kara kovan sistemine zarar verdi. Ormanda damgası olan kovanlara artık başkalarının da musallat olması mevcut sisteme zarar verince köylüler bin bir emekle hazırladıkları kara kovanları bulundukları yerlerden kesip kendi evlerini yakın yerlerde ağaçların bir köşesine koymaya başladılar.
Burzan bölgesinde bu şekilde üretim yapılan yerler olduğu gibi orada müze bile var. Biz o müzeye gittik ve aktardığımız malumatları oradan öğrendik.
Şülgentaş Mağarası:
Başkurdistan’ın Ural dağlarının içinde dünya çapında “Şulgentaş” isimli bir mağarası var. Mağara M.Ö. 12 – 14 bin yıllarına kadar uzanıyor. Çok büyük bir mağara, yüksekliği 18 metre, genişliği ise 44 metre kadar. Mağaranın içinden su çıkıyor. Suyun kaynağı 12 km ileride. 4 km açıktan geldikten sonra yeraltına giriyor ve 8 km yeraltından devam ediyor. Sonra mağaranın giriş kısmından dışarı çıkıyor. Bundan dolayı buraya Başkurtlar ölü su manasında “hu ülgen” diyor. Şülgentaş ismi de oradan mülhem.
Mağaranın ünü, içinde M.Ö 12-14 bin yıllarına dayanan basit hayvan resimlerinden geliyor. Mağara daha öncedeler den biliniyordu fakat içerisindeki resimler 1959 yılında bulunmuş. Resimler üç katlı olan mağaranın değişik yerlerinde yapılmış. Resimler basit kırmızıya yakın renklerle çizilmiş. Muhtemelen bu renkler buralarda tabi bazı malzemelerle üretilmiştir. Çizilen resimler at, mamut, gergedan ve basit ev aleti gibi. İnsanlar buralarda kalmıyorlardı sadece bu resimleri ibadet maksatlı buraya yapmak için geliyorlardı.
Şülgentaş mağarasındaki resimlerin bir başka türü olan resimlerde Kırgızistan’ın Tanrı dağlarının uzantısı olan Aladağların üzerinde 3500 metre rakımda yer alan “Saymalıtaş” kaya resimlerinde de var. Onlarda çok eski tarihlere uzanıyor. Fakat onlar boya ile değil de kazıma ve çizme yoluyla yapılmışlar. Oralara da yılın belli aylarında ibadet maksatlı din adamları çıkıyor ve kayalara resimler yapıyorlardı. İnsanoğlunun düşünce adına ortaya koyduğu bu türden kaya resimleri muhtemelen dünyanın birçok yerinde vardır ve keşfedilmeyi bekliyor.
Dil ve Edebiyat:
Başkırtça, Türk dilinin kuzeybatı kolunun Kuman-Kıpçak grubundandır. Kökleri İdil Bulgarları’na kadar uzanır. Başkırtça bugün yaklaşık 1,8 milyon kişi tarafından konuşulmaktadır. Söz varlığı ve dil bilgisi bakımından Tatarca’ya çok yakındır. Başlıca ses özellikleri şunlardır:
- Türkiye Türkçesi’ndeki o ünlüsü u’ya, ö ü’ye; u ünlüsü o’ya, ü ö’ye döner: un “on”, yul “yol”, hüz “söz”; koş “kuş”, kön “gün”.
- İlk hecedeki e Başkırtça’da i olur: timir “demir”, min “ben”, hin “sen”.
- s’ler h olur: hıyır “sığır”, alhın “alsın”, birihi “birisi”.
- Türkçe kelimelerdeki z’ler peltek z (c) olduğu gibi Arapça ve Farsça’dan alınmış kelimelerde birçok d ile bazı z’ler de peltek z olur: äźabiyat “edebiyat”, äźip “edip”.
- Başkırtça’nın önde gelen özelliklerinden biri de ç’lerin s olmasıdır: ös “üç”, sıkmak “çıkmak”, asık “açık”.
- Kelime başındaki d’ler t olmuştur: tuğız “dokuz”, tuymak “duymak”. (İsmail Türkoğlu, Türkler, DIA, cilt 41, İstanbul 2012).
Başkırtça yazı dili 1924’te Ufa’da çıkan Başkortostan adlı günlük gazete ile Tatarca’dan ayrılarak yeni bir kimlik kazanmış. Başkırtlar 1924- 1928 yılına kadar Arap, 1940 yılına kadar Latin, 1940 yılından itibaren Kiril harflerini kullanmıştır. Aslında İdil-Ural bölgesinde yaşayan Tatar ve Başkırtlar’ın yazılı ve sözlü edebiyatı 1920’li yıllara kadar ortaktır. Tatar halk edebiyatında yer alan gazel, beyit ve münacatlardan farklı olarak Başkırtlar’da “sesen” diye adlandırılan ozanlar tarafından dumbıra ve kuray eşliğinde söylenen destanlar ve şecereler vardır. Dumbıra 20. yüzyılın başlarında ortadan kalkmış olsa da kuray günümüzde Başkırtlar’ın en önemli halk müziği enstrümanlarındandır.
Sosyalist devrimle birlikte eğitimin yaygınlaşması, üniversite ve yüksek okulların açılması edebiyata canlılık getirmiştir. 1923’te Şairler Birliği, 1927’de Proleter Yazarlar Birliği, 1934’te Yazarlar Birliği kurulmuştur. Bu kurumlar bir taraftan sosyalist ideolojideki edebiyatın gelişmesini sağlarken diğer taraftan yazarlar üzerindeki denetim ve baskıyı ağırlaştırmıştır. Bazı edebiyat ve sanat dergilerinde o dönemde yetişen bazı genç yazarlar, sosyalist devrimi savunan eserler kaleme almıştır.
Devrimi halka daha iyi anlatabilmek için edebiyat bir araç olarak kullanılmaya başlanmıştır. Mecit Gafuri gibi bazı şair ve yazarlar Başkırt halkının çarlık döneminde çektiği sıkıntıları, iç savaş ve açlık yıllarında yaşananları, komünizmin getireceği güzel günleri, Başkırt köylerindeki sosyalist değişimi, eski ile yeninin mücadelesini anlatsa da dönemin edebiyatına korku hâkimdir. Sansür komisyonu eserleri inceleyip dinî, millî ve tarihî konuları çıkararak yayımına izin vermekteydi.
İhtilâl, iç savaş, kıtlık yılları ve toprakların kolektifleştirilmesi (kolhoz sistemi) sırasında nüfusun %25’i yok olmuştur. Bu dramlar edebiyatta yer almadığı gibi 1930’lu yıllardan itibaren kolektifleştirmeyi öven ve yücelten eserler verilmiştir.
2. Dünya Savaşı yılları (1940-1945), Başkırt tarih ve edebiyatında “büyük vatan savaşı” adıyla anılır. Başkırt edebiyatında ayrı bir yeri olan bu savaşta cepheye giden binlerce Başkırt gencinin büyük çoğunluğu geri dönememiştir. Bunların acı hayat hikâyeleri, geride kalanların çektikleri sıkıntılar, cepheden dönenlerin kahramanlıkları hâlâ edebî eserlerde işlenmeye devam edilmektedir. Savaşın başlarında edebiyatın ana konusu halkı savaşa davet, birlik, zafere inandırma, faşizme karşı nefret hissidir.
Başkırt şairlerinin en ünlülerinden Mustay Kerim, 2. Dünya Savaşı’na katılmış olup Sovyetler Birliği döneminde pek çok ödüle lâyık görülmüştür. Başkırtların en önemli ödüllerinden biri olan Salavat Yulayev edebiyat ödülü 1967’den bu yana verilmektedir. İlki ona verildi. Ondan başka, Maksım Gorkiy, Sovyet devlet ve Lenin ödüllerini de kazanmıştır. Ufa’da bir caddeye de onun adını vermişler.
Başkırt bir arkadaşa Mustay Kerim’i sormuştum, oda bana en önemli yazarlarından olduğunu fakat bir hatası vardı, Bolşevik taraftarı olduğundan, Başkırtların milli kahramanlarından sayılan Velidov ve Zeki Velidi Toganı sevmezdi. Bu bilgiler benim şuuraltında bir ön yargı oluşturdu. Onun hakkında okumalar yaparken bir eseri ile karşılaştım “diktatorga at berin”, Başkırtça da kitabın orijinal ismi “diktatorga at biregez”. Berin ve biregez ikiside aynı manada ve bizim Türkçemizdeki karşılığı “verin”. Berin’i Berlin diye okuyunca ön yargı devreye girdi ve arkası da ona göre geldi. Yani diktatorga at Berlin’i biz Berlin’deki diktatör olarak anladık. Artık oradaki at’ı da in (İngilizcedeki yer zaman bildirim eki, preposition- edat) yerine koyduk. Her şey bu manaya uygun düşüyordu çünkü Almanlarla savaşıyorlardı ve Berlin’de de Hitler vardı. Ön yargı, bende mevcut duruma uygun manalar üretmeye başladı; Mustay Kerim Berlin’deki diktatörü gördü de o dönemde Moskova’daki zatı (Stalin) Gandi’nin Rus versiyonumu zannediyordu?
Neyse ben bu düşüncelerimi Başkırt arkadaşa yazdım tam emin olmak için. Arkadaş şaşırdı, bu manayı nereden çıkardığımı; kitabın orijinal isminde ne Berlin var nede Hitler hakkında. Eserin ismi, diktatorga at biregez, yani diktatöre at verin. Konusu; diktatörlerin beceriksizlikleri ile alay etmek. Ata binmesini bilmezler ama yine de en iyi atları isterler ve zannederler ki böylece dünyayı kendilerine itaat ettirecekler. Eksik bilgi benim açımdan hep yanlış tevillere yol açıyor. Hele birde ön yargı eklendi mi; fecaat.
NAZMİ EMİN, İSTANBUL
Kaynakça;
– Prof. Dr. Şerif Baştav, TTK yayınları, Belleten Dergisi, Ankara, Nisan1941.
– Mehmet Saray, Başkurt, DİA, Cilt 5, İstanbul 1992.
– Dr. Veysel YILDIZ, Türkiye Siyasal Yazınında Galiyev, Teori dergisi, Ocak 1998.
– A. Azmi Bilgin- Necmettin Hacıeminoğlu, DİA, Cilt 24, 2002.
– Geza David, Macaristan, DİA, Cilt 27, Ankara 2003.
– Jean- Paul Roux, Türklerin Tarihi, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2007.
– Mehmet Alpargu, Nogaylar, DİA, Cilt: 33, İstanbul 2007.
– İsmail Türkoğlu, Tataristan, DİA[6], Cılt 40, İstanbul 2011.
– İbrahim Güner, Tataristan, DİA, Cılt 40, İstanbul 2011
– İsmail Türkoğlu, Türkler, DİA, Cilt 41, İstanbul 2012.
– İbrahim Kafesoğlu, Türkler, DİA, Cilt 41, İstanbul 2012.
– Fuat Sezgin, İslam Bilimleri Tarihi Üzerine Konferanslar, Timaş Yayınları, İstanbul 2012.
– TRT Avaz, Başkurdistan tanıtım belgeseli, 5 Nis 2014.
– Ahmet Yeşiltepe, Zaman Yolcusu Türklerin izinde 13 Oğuz Eli, Dest-i Kipcak, Başkurdistan, NTV Yayınları, 08.06.2014.
– Özlem tunca, Dünyayı Geziyorum Programı, Kanaltürk Yayınları, 14 Temmuz 2014.
– Roza Kurban, Başkurt Türkleri, www.altayli.net, Aralık 2014.
– Prof. Dr. İlber Ortaylı, Sovyetler ‘in Kruşçev dönemi, milliyet.com.tr, 12.10.2014.
– TRT Avaz, Orda Bir Köy Var Uzakta (Başkurdistan/Ufa), 10 May. 2015.
– Ahmet Yeşiltepe, Zaman Yolcusu Türklerin İzinde Belgeseli, NTV Yayınları, 15 Eki. 2015.
– Doç. Dr. İlhami Durmuş, Sarmatlar, www.altayli.net, Temmuz 2015
– Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, Sayı 13.
– Yrd. Doç. Dr. Suzan Tokatlı, Başkurt Türkleri, www.tarihtarih.com.
– www.kimkimdir.gen.tr, Ord. Prof. Zeki Velidi Togan.
[1] Nogaylar; Altın Orda Hanlığının dağılma sürecinde ortaya çıkan Türk topluluğu. Topluluğun adının Altın Orda emirlerinden Nogay’dan geldiği ileri sürülürse de bu durum kesin biçimde ispatlanamamıştır. Ancak Emir Nogay gibi Mangıt boyundan Altın Orda emiri olan Edige’nin Nogay beylerinin atası sayıldığına kaynaklarda işaret edilir. Nogaylar farklı gruplardan meydana gelen topluluk özelliği gösterir. Yönetim kadrosunu Mangıtlar teşkil eder, halk tabakasının esas unsuru ise Kıpçak Türkleridir. Nogayların Kazak, Özbek ve Başkırtlar’la kabile ilişkileri bakımından önemli bağları vardır. Bunlar hemen hemen aynı boylardan oluşmuştur. Bu sebeple söz konusu topluluklardan bazı boyların diğerine katılması sırasında farklılıklar yaşanmamıştır. 16. yüzyılda Nogay ordasın da on sekiz değişik kabilenin bulunduğu tespit edilmiştir. (Mehmet Alpargu, Nogaylar, DİA, cilt: 33, İstanbul 2007.)
[2] Dest-i Kıpçak- Kıpçak bozkırı; 1061’den itibaren Kıpçaklar Rus bozkırlarını ele geçirmeye başladılar. 1078’de Bizans’a isyan eden Peçenekler’le birlikte Edirne’yi muhasara ettiler. Bu tarihten itibaren 1083-1096 ve 1109-1114 yıllarında Bizans’a karşı akınlar yaptılar. Hâkimiyetlerini, 1080’lerde Don-Dinyestr havzaları başta olmak üzere Balkaş gölü-Talas yöresinden Tuna ağzına kadar yaydılar. Kafkaslar’da Kuban bölgesini de içine alan bu arazi kuzeyde Oka-Sura nehirleri boyuna, yani İdil Bulgarları sınırına kadar uzanıyordu. Doğu Avrupa-Batı Sibirya bozkır bölgelerinin tamamını kapsayan Kuman-Kıpçak sahası o zamandan itibaren İslâm kaynaklarında “Deşt-i Kıpçak” (Kıpçak Bozkırı) adıyla anılmıştır. Rus, Bulgar, Alan, Burtas, Hazar ve Ulahlar’ın Kıpçak tâbiiyetinde yaşadıkları bu devirde Kıpçak ülkesi Orta Asya, İtil-Yayık, Don-Donets, Aşağı Dinyepr ve Tuna adlı beş bölgeye ayrılmıştı. Kıpçaklar bu bölgelerde kendi başbuğlarının idaresinde yaşıyorlardı. (A. Azmi Bilgin- Necmettin Hacıeminoğlu, DİA, cilt 24, 2002)
[3] Fin- Ugor; Batı Sibirya’dan başlayarak, Kama ve Volga nehirleri ile Orta Don’dan sonra Volga’nin membaı ve kuzey sahası, Fin körfezi ve Baltık Denizi sahillerine kadar olan coğrafya çeşitli Fin topluluklarının yaşadıkları saha idi. Urallara yakın yerlerde “Ugor”, batıya doğru da “Fin” adıyla bilinen bu topluluklar “Doğu Avrupa”nın kuzey kısmının yerli ahalisi idiler. Orta ve Kuzey Rusya’daki nehir adlarının hepsinin Fince olması da bunu gösterir. Bu topluluklar çok dağınık bir halde ormanlık sahada yaşamakta ve kültür bakımından da oldukça aşağı bir seviyede bulunmakta idiler. Aynı topluluklar hiçbir zaman büyük devlet kuramamışlardır. Yurtlarının doğal şartları ön tarihte avcı-balıkçı hayat tarzına ve dağınık küçük birlikler halinde yaşamaya elverişli idi. Buna rağmen her çağda cesur savaşçı idiler. Fin-Ugorların doğudaki Ugor kolu başlangıçta Ural dağlarının Avrupa’ya bakan ormanlık yamaçlarında yaşıyorlardı. Zamanla göç sırasında Ugor topluluğu ormanlık eski yurtlarından daha güneye, hayvan beslemeye daha elverişli ağaçlı bozkır bölgesine sarkmıştır. Orada at yetiştirmeyi de öğrenip, bunların bir kısmı Uralların doğu tarafına da sızmıştır. (Sarmatlar / Doç. Dr. Ilhami Durmuş)
[4] Sarmatlar; M.Ö. 6-4. yüzyıllarda Orta Asya’dan Ural Dağlarına, ardından Güney Rusya ve Kuzey Kafkasya’ya, sonrasında ise Balkanlara kadar yayılmış olan bir halk. Bazı araştırmacılara göre Sarmatlar’ın bir kısmı Türk bir kısmı İranlı idi. Veya içlerine Türklerden bazı boylarda olabilir.
Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda M.Ö. 2. asrın başlarından sonra Sarmatlar batıda Tuna nehri ve Karpatlara kadar yayılmışlardır. İskit egemenliğine son vermeleriyle İskit ülkesi adı da Sarmat ülkesi adını almıştır. Sarmatia’da Sarmat genel adı altında görülen topluluklar ortaya çıkmışlardır. Bu coğrafya üzerinde Yazığlar, Roksolanlar, Krali Sarmatlar, Ugorlar, Siraklar ve Alanlar birer Sarmat topluluğu olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Son dönemlerinde Sarmatlar, 3. yüzyıldaki Got istilası sonucu M.S. 370’te yerlerinden edildiler. M.S. 370’de Hunların saldırılarına uğradılar. 6. yüzyılın sonunda tümüyle yıkıldılar. Sarmatlar zanaatta ileriydiler. Metal işçiliği ve çömlekçiliğin yanı sıra ticarette de başarı göstererek kürk, yağ, bal, balık ve metal eşyaları çevredeki yerleşmelere sattılar. Yunan kolonileri ve Çin ile ticari ilişkileri geliştirdiler. Süsleme sanatlarında da metal işçiliği önemli bir yer tutar.
[5] Sabarlar; M.S. 5 ve 6. asırda Batı Sibirya ile Kafkasya’nın Kuzey bölgesinde önemli rol oynamış bir Türk kavmi. Sabarlar hakkında kesin bilgi, ilk olarak 5. Asırda yaşayan Bizanslı tarihçi Priskos tarafından verilmiştir
Bir bozkır kavminin 6. asırda ulaştığı seviye hayret vericiydi. 6. Asırda yaşamış Bizanslı tarihçi Prokopios (5. asırda yaşayan diğer Bizanslı tarihçi meşhur Priskos ile karıştırılmamalı) ifadesiyle, “Sabarlar, insan hafızasının hatırladığı zamandan beri, ne İranlılardan (Ahamenişler ve Sasaniler), nede Romalılardan hiç kimsenin düşünmediği makinalara sahiptiler. Öyle ki, her iki imparatorlukta fenci eksik olmamış ve her devirde muhasara makinaları yapmıştır. Fakat şimdiye kadar bu “Barbarlarınkine” benzer bir buluş ne ortaya konmuş nede onlar gibi kullanılmıştır. Bu şüphesiz insan dehasının bir eseridir”. (Prof. Dr. Şerif Baştav, TTK yayınları Belleten Dergisi, Ankara, Nisan1941).
[6] DİA; Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.
[i] Prof.Dr. Ahmet Zeki Velidi Togan; 10 Aralık 1890 tarihinde Başkurdistan’ın İsterlitamak’a bağlı Küzen köyünde doğdu. Daha ilk medrese tahsilini yaparken bir yandan da özel Rusça dersleri alıyordu. Öğretmen olan annesinden Farsça öğrenmeyi de ihmal etmiyordu. 1902 yılında orta tahsil için Ütek’e bulunan dayısı Habib Neccar’ın medresesine gitti. Buradaki öğrenimi sırasında Arapça dersleri alarak dil bilgisini geliştirdi.
Başkurt Türklerinin ve hak ve hürriyet mücadelesinde ve Türk Dünyası’nın birliğini esas alan faaliyetlerde efsanevi bir önder olan Ahmet Zeki Velidi Togan, 1908’de köyünden kaçarak Kazan’a gelip burada özel dersler aldı. Bu arada Katanov ve Aşmarin gibi bilginlerle tanıştı. 1909 yılında mezun olduğu Kasımiye medresesine “Türk Tarihi ve Arap Edebiyatı Tarihi Muallimi” oldu. 4 yıl süren bu öğretmenliği sırasında 1911 sonlarında yayınladığı Türk ve Tatar Tarihi adlı kitabı sayesinde meşhur olmaya başladı. Bu eserin iyi yankıları sayesinde Kazan Üniversitesi Arkeoloji ve Tarih Cemiyeti’ne aza seçildi.
1913 yılında Fergana’ya, 1914 yılında Buhara’ya araştırmalar yapmak için gönderildi.
Fergana’da Yusuf Has Hacib’in 11. yüzyıla ait Kutadgu Bilig adlı eserinin bir elyazması nüshasını buldu. Bu seyahat neticelerine ait hazırlamış olduğu raporlar başta Petersburg Arkeoloji Cemiyeti olmak üzere Kazan ve Taşkent Arkeoloji cemiyetleri mecmualarında yayınlandı. Bu arada Prof. Katanov’un şimdi İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü’nün esas nüvesini teşkil edecek olan kitaplarının Türkiye’ye gönderilmesine vesile oldu.
Zeki Velidi Togan, daha sonra Rus Millet Meclisi Duma’da Ufa Müslümanlarının temsilcisi olarak bulunmak üzere Petersburg’a gitti. Bilimsel çalışmalarına siyasî çalışmalarını da eklemiş oluyordu. Bu sırada Bolşevik ihtilâli patlak verince o da Türklerin durumunun düzelmesi için mücadeleye girişti.
Bolşevik İhtilâli’nden 22 gün sonra 29 Kasım 1917 tarihinde Başkurdistan ilinin muhtariyeti ilan edildi. Orenburg’u 18 Şubat 1918 tarihinde işgal eden Bolşevikler onu tutukladılarsa da 7 Haziran 1918 tarihinde hapisten kaçtı. Başkurt hükümeti kurulduğunda Zeki Velidi Togan, Harbiye Nazırı oldu. Bundan sonra Lenin, Stalin ve Troçki ile defalarca görüştü fakat olumlu sonuç alamayınca Türkistan’a çekilip orada mücadeleye karar verdi.
Türkistan Millî Özerk Hükümeti’ni bastırılmasından sonraki Basmacı Hareketi’nin içinde bulundu. 1920-23 yıllarında Türkistan’da amansız bir mücadeleye girişti ise de başarılı olamadı. Türkistan Millî Birliği’nin kurucusu ve ilk başkanı oldu.
Ahmet Zeki Velidi Togan, Paris, Londra ve Berlin’deki birçok Orta-Asya tarihçisi onunla çalışmak istemesine rağmen, devrin Türkiye Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, Fuat Köprülü, Rıza Nur, Yusuf Akçura’nın istekleri sayesinde Türkiye’den davet aldı. 20 Mayıs 1925’te geldiği Türkiye’de Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Encümeni’ne tayin edilmiştir. O zamanki Ankara’nın kitap açısından yetersiz olması yüzünden kendi isteği ile İstanbul Darülfünunu Türk Tarihi Müderris Muavinliği ‘ne tayin edildi.
Bundan sonra İstanbul ve Anadolu kütüphanelerinde hummalı çalışmalarına başladı. Fakat, 1932’de 1. Türk Tarih Kongresi’nde tıp doktoru Reşit Galip’in sunduğu Orta Asya’da iç deniz olduğu ve bunun sonradan kuruduğu konusu hakkındaki tebliğini eleştirince, Togan aleyhine bir kamuoyu oluştu. Kendisine takınılan bu kötü tutum üzerine ülkeyi terk etme kararını verdi. 8 Temmuz 1932’de istifa ederek Viyana’ya gitti. 1935’te doktora çalışmalarını bitirdikten sonra Bonn Üniversitesi’nde, 1938’de Göttingen Üniversitesi’nde ders verdi. 1939’da Millî Eğitim Bakanı’nın daveti üzerine tekrar Türkiye’ye geldi. İstanbul Üniversitesi’nde Umumî Türk Tarihi Kürsüsü’nü kurdu.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Türkiye’de Sovyetler aleyhine faaliyet ve Turancılık suçundan tutuklanıp mahkeme edildi. 10 yıl hapse mahkûm edildiyse de Askerî Mahkeme kararı bozdu ve Togan beraat etti. 1948’de yeniden döndüğü üniversitedeki görevine ölümüne kadar devam etti. 1951’de İstanbul’da toplanan 21. Müsteşrikler Kongresi’ne Başkanlık etti. Bu onun bilimsel alandaki şöhretini çok daha artırdı. Zeki Velidi Togan, 26 Temmuz 1970’te İstanbul’da vefat etti. (www.kimkimdir.gen.tr, Ord. Prof. Zeki Velidi Togan).
Bizim Türkiye’de de yakından bilinen ünlü tarihçi Zeki Velidi Togan Başkurtların milli kahramanıdır. Ufa’da da meşhur bir caddenin ismi ona verilmiş. Modern Türk tarihini kurulmasında rol oynamış ve yeni kurulan kurumlara görüş ve öneriler sunmuş olan Togan’ın yazdığı Umumi Türk Tarihine giriş kitabı Türk üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur
[ii] Mir Sultan Galiyev; (1892-1940?) Millî komünizm akımının başlatıcısı, Asya’daki Müslüman Türker’i federal bir sosyalist devlet içinde birleştirme çalışmalarıyla tanınan Kazanlı Türk düşünce ve siyaset adamı.
Günümüzdeki Özerk Başkurdistan bölgesinde doğdu. 1917 Şubat devriminde Bütün Rusya Müslüman Hareketi’nin sol kanadında yer aldı ve Müslüman Kongresi Yürütme Komitesi sekreterliği için Moskova’ya davet edildi. Mayıs 1917’de Rusya Müslümanları Kongresi’nde genel sekreterliğe seçildi.
Galiyev’in 1919 ve 1920’de İdil-Ural Cumhuriyeti kurma projesi Lenin tarafından şovenist eğilimler taşıdığı gerekçesiyle reddedildi. 1920 yılında Zeki Velidi (Togan) ve bir grup önde gelen Müslüman aydınla Turan Federe Sosyalist Devleti oluşturmayı amaçlayan İttihat ve Terakki adlı örgütü kurdu. Ancak Sovyet devriminin geleceği ve komünist politikalar hususunda Moskova’daki Bolşevik liderliğiyle Sultan Galiyev arasındaki fikir ayrılıkları belirginleşmeye başladı ve giderek merkezîleşen Moskova yönetimi Müslüman halkların beklentilerini kısıtlama yoluna gitti. Bu dönemde Moskova’da Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde hocalık yapmakta olan Galiyev, devrimin vaatleri konusunda hayal kırıklığına uğrayınca muhalefetini açıkça ortaya koymaya başladı. Jiznnatsionalnostey gazetesinde 1921’de neşrettiği “Müslümanlar Arasında Din Karşıtı Propagandanın Mahiyeti” başlıklı makalelerinde Bolşevikler’in İslâm ve din karşıtı çalışmalarını eleştirmesi Stalin ile ilişkilerini gerginleştirdi.
1923’te burjuva milliyetçisi olmak, Türkiye ve İran gibi ülkelerde bağlantılar tesis ederek Sovyetler ’in milletler politikasına karşı faaliyette bulunmak gibi ithamlarla tutuklanarak yargılanan Galiyev aynı yıl içerisinde devrime olan büyük katkılarından dolayı serbest bırakıldı. 1923-1928 yılları arasında bir taraftan teorilerini geliştirirken bir taraftan da örgütlenme faaliyetlerine devam edip Türkistan Sosyalist Partisi’ni kurdu.
Galiyev 1928’de Turancı, karşı devrimci ve Troçkist gibi suçlamalarla yeniden tutuklandı. Partisi tasfiye edildi, on yıl çalışma kampı cezasına çarptırılarak Sibirya’da Solovki çalışma kampına gönderildi. Bundan sonraki akıbeti hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. 1939’da serbest kaldığı bildirilen Galiyev’in Müslüman cumhuriyetlerde ikameti yasaklandığı için Kazan’ın güneyinde Kuybişev’e yerleştiğine, ancak 1940 veya 1941’de idam edildiğine inanılmaktadır.