Makaleler

İran Ve Tasavvuf

Tasavvuf  ve Onun Geliştiği, Yazıldıği, Yasaklandığı Ülke; İran

Tassavvuf’un temelinde İslami züht hareketi vardır. Mistik tecrübe olarak çevre kültürler olan Hind ve Hirıstiyan mistizmiyle ortak özellikleri olmakla birlikte, Kaynak ve hedefleri farklıdır. Tasvvufun karakyteristiği olan fena filah’ın (Allahta fani olma) karşılığı olan Hint mistizmindeki Nirvana ve Moska tam örtüşmez. Ferdiyetin âlem de yok edilmesi olan Nirvana, Hint mistizminin esasıdır. Sufide ki fena ise çok başkadır. Sufi için fena, vasıtadır gaye değil. Fena ile temizlenmiş nefis, İnsanlara hizmet ve hayatın çileleri için geri dönmek zorundadır. Şerde pasivize yetmez, hayırda aktivite lazım (Y.Nuri Öztürk- Tasavvufun ruhu ve Tarikatlar). İmamı Rabbaninin İfadesiyle “sufinin urucu ve nüzulü birbiriyle orantılıdır”. Yani ruhi Âlem’de nedenli yükselirse, İnsanlık âlemine dalışı o denli derin olacaktır.

Züht hareketi ekseri Hicaz dışındakiler tarafından geliştirildi. Mevcut otoriteyle sıkıntılı olanlar ekserisi Arap dışı unsurlardan oluşuyordu. Buna Emeviler’in Arap milliyetçiliği ve İnsanlardan ziyade toprak fethine önem vermesinin de etkisi ile O dönemlerde bütün ilimlerde mevali (Arap olmayan Müslümanlar) hâkimiyeti vardı. Züht hareketi 9. Asırdan sonra çevre unsurlarla teması sonucu şekillenmeye başladı. Dikkat edilirse Haris el Muhasibi (öl. 857), Beyazıt-ı Bistami (öl.857),  Zinnun el Mısri (öl. 859), Seri es Sakati (öl. 848), Cüneyt-i Bağdadi (öl. 9109), Hallacı Mansur (öl.922) gibi ilk sufi büyüklerin hiçbirisi Hicazdan değil. Ekserisi İranlı veya oradan Bağdat’a ve Basra’ya göçmüş.

İlk dönem itibarıyla sufilerin ulema tarafından kabulü kolay olmamıştır. Onlar zındık ve mülhit olarak itham edilmiş, baskılara maruz bırakılıp mahkûm veya işkencelerle idam edilmiştir. Tasavvufun en önemli bilgi kaynaklarından olan “Keşf”( kalp gözü, basiret)  ulema tarafında ilim olarak kabul edilmedi. 11. Asırda yaşamış Tus- İranlı büyük âlim ve sufi İmamı Gazali nın yazdığı, bugün dahi bütün dünyada hüsnü kabul görmüş İhya-ı Ulüm-id Din de fıkıh, kelam ve tasavvuf mezcediliyor. Tasavvuf, bundan sonra ancak ulemaca ilim olarak kabul görüyor. Bugün kütüphanedeki İslami eserlerin yarıdan fazlası tasavvufa aittir.

Tasvvuf da, Bağdat ekolü ve Horosan (Nişabur) ekolü vardır ki; Bağdat ekolü, kuru züht ve korkuyu, Horosan ekolü ise aşk ve cezbe (sekr)’i esas almıştır. Horosan ekolü aynı zamanda melameti diye de adlandırılır. Kalenderilik denilen ve heterodoks yapı içerisinde zikredilen sistem melametiden zuhur etmiştir. Bu yapı konar göçerler de daha çok etkili olmuştur. Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasında erken dönemlerde etkili olan ekol Horosan ekolüdür.

Bağdat ve Basra sonradan kurulmuştur. Bu bölge İslam öncesi İranın bir parçasıydı. Bugünkü Bağdat yakınlarında kurulmuş olan Ktesifon ( Araplar oraya Medain der) hem Partların (Sasanilerden önceki İranlı bir hanedan ve devlet) hem de Sasanilerin başkentiydi. Yani İranın bir parçasıydı. O bölge daha öncesinde ise Mezopotamya diye adlandırılırdı. Sümer, Akat, Babil ve Asurluların da yurduydu.

İran tasavvufa meyilli ülke olmanın ötesinde, adeta üreten ve geliştiren konumundadır. Ülkenin tarihi ve sanat gelenekleri, onu mistik düşünceye bağlı olmaya sevk etmiştir. Sadece kalemiyle değil ruhi tecrübeleriyle de faal olan sufi-yazar-şair yetiştiren menba ülkedir. İlk tasavvuf yazarları, tabakatcılar (biyografi yazarları) ve ilk tezkireciler (evliya menkibeleri) hep bu menba ülkenin ürünüdür. Tasavvufla ilgili hangi eserlere bakarsanız bakın hemen şu isimleri göreceksiniz; Kuşeyri, Sulemi, Hücviri, Ebu Nuaym İsfehani, Kaşani, Ferdüddin Attar, Ebul Hafs Suhreverdi, Abdurahman Cami gibi müellifler’in yazdığı eserler kaynak eser hüviyetindedir.

Tasavvufun ilk kaynakları Arapça kaleme alınmış, daha sonra Ebu Said-i Ebu-l Hayr, Hucviri, Baba Tahir-i Üryan, Senai, Feridüddin Attar, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Şebüsteri, Fahrettin-i İraki ve Molla Cami gibi müelliflerin bir kısmı eserlerini Farşça kaleme almalarıyla, bu dilde tasavvuf dili haline gelmiştir. Bugün dahi kullandığımız, şeyh, pir, dergah, derviş, hangah ve çile gibi tasavvufı terimler Farsçadır.

Abdülbaki Gölpınarlı Tasvvuf isimli eserinde, Şii İmamlarının sufiler hakkında görüşlerini söyle izah eder; Şii İmamlar sufiliği eleştirmiş ve küfürle itham etmiştir. Bu İmamların hadis kitaplarına bakıldığında, sufiler aleyhinde İmamlar tarafından söylenmiş sözlerle doludur. Bu meselede tafsilat için zikredilen kitaba bakılabilir. Burada şu hatıra gelebilir ki, hemen hemen bütün tarikatların silsilesi Hz. Ali’ye ulaşırken, imamların sözeri ve Şianın tasavvufu yasaklaması nasıl telif edilir. Evvelen Tarikatlardaki Aliye ulaşan silsile genel Aleviliği kapsar ki, Ali muhabbeti ve sevgisi üzerine kurulmuştur. Bu meselede Sünni Şii farklı değil. Ama İmamiye Şiası ise Aleviliğin politik mezhebidir ki, sanırım farklılık buradadır.

Şiiliğin İran da çoğunluk mezhebi haline gelmesini sağlayan Safevi hanedanının kökleri Erdebil’deki tasavvuf ehline dayanır. Buna rağmen İran da tasavvufi gruplar marjinal bir konumda olmuş ve zaman zaman Şii İran için tehlike arz etmiştir. Şii alimler kendilerini on ikinci imamın umumi vekili ve toplumun dini kimliğinin muhafızı olarak gördüğünden, Safeviler’den bu yana Ulema ile tarikat ehli arasında karşılıklı bir husumet olagelmiştir. İran da bir alimin bir tasavvufa intisap etmesi hayal bile edilemez. İran da aktif olan en önemli tasavvufi grup 14. Yüzyılda kurulan ve kısa bir süre sonra Şiiliği benimseyen Nimetullahiye tarikatıdır. Günümüzde halen aktif olan bir diğer tarıkat da, Kübreviye’nin şii yorumu olan ve varlığını Ni’metullahiye den daha istikrarlı sürdürebilin Zehebiyedir.

İran da ulema, tasavvufa karşı “batını bilgi” anlamına gelen irfan disiplinini savunur. Diğer dini ilimlerde olduğu gibi, bu disiplinde de eğitim hoca-talebe ilişkisine dayanmakla birlikte irfan geleneğinde tarikatta olduğu gibi müridin mürşide sınırsız itaati söz konusu değildir. Bu disiplinde yoğun bir gayret ve okunan metinlerin içselleştirilmesi önemli unsurdur. Bunlar arasında İbn-i Sina’nın kitapları, Sühreverdi’nin işraki yazıları ve Fususül hikem başta olmak üzere Muhyiddin ibn-i Arabi’nin eserleri bulunmaktadır. Bununla birlikte irfan disiplini Şii İran’ın medreselerinde önemli bir kabul görmemiştir.

Avcılar, İstanbul

Nazmi Emin

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu