2013 yılında hacca gitmiştim. Ticari vizemiz vardı fakat hac vizesi olmadığından ne olur ne olmaz diye kimseye haber vermemiştim. Vukuatlı yolculuktan sonra arefeye üç gün kala Mekke’ye ulaştık. Zaten toplamda da sekiz gün kalmıştım.
Ticaret yaptığım İranlı bir arkadaşım Mekke’ye geldiğim gün beni ısrarla arıyordu. Neyse cevap verdik ve nerede olduğumuzu da ona söyledik. Arkadaşımın yanında çalışan bir hanımefendi vardı, bizim işlere baktığından beni biliyordu. Bizim arkadaş ona benim kimseye haber vermeden çat kapı hacca gittiğimi söylemiş. Gerçi bizim arkadaşın o taraklarda bezi yok ama anladığım kadarıyla onun çevresindekiler hacca çok tantanalı gidermiş.
İranlı hanımefendi bana kısa bir mail gönderdi; bulunduğumuz duruma uygun bir şekilde kısaca hacdan bahsetti. Hac anlatılırken klasik olarak Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den bahsedilirdi ama burada ilaveten Hacer de vardı. Yani haccı Hacer validemizi de içine alan sacayağıyla anlattı. Aslında Hacer, herkesin bildiği tarihî şahsiyet; Kâbe, hac ve kurbanın oluşumundaki her aşamada aktif olarak vardı ama anlatılarda karşımıza çıkmıyordu, sanki perde arkasında kalmıştı. Meşhur kurban sahnesi vardır: Hz. İbrahim oğlunu elinde bıçakla kurban ederken gökten melekle gelen bir kurbanlık. O manzarada Hacer’in gölgesi bile yok. Bu sadece Müslümanlarda böyle değil, diğer kutsal metinler resmedilirken de böyle.
Bu mail bakış açımı değiştirdi. Acaba haccı kadınlar yazsaydı da böyle mi olurdu? Hac boyunca her yerde Hacer aramaya başladım. Bilinen bir hikâye vardır: Adamın birisine demişler ki sana bir sır vereceğiz ama sakın dişi tavşanı aklına getirme. Adam! Nereden çıktı bu tavşan? Artık aklımdan çıkmaz ki! Bunun gibi hac boyunca bizim de aklımızda hep Hacer vardı.
Hacca gelmeden yaklaşık bir ay boyunca konu ile ilgili okumalar yaptım. Gerçi onların çoğu orada yapılacaklarla ilgiliydi. Bununla beraber haccın tarihçesi ve eski dönemlerle ilgili hac yolculuklarını da okudum. Bunların içinde Evliya Çelebi’nin hac yolculuklarının anlatıldığı “Hac Yolunda” eseri de vardı. Bizim okuduğumuz ve çocukluktan beri camilerde dinlediğimiz hac meselesi aslında iki ayaklıydı. Hz. İsmail’in annesiyle beraber Mekke’ye getirilmesi, Zemzem’in ortaya çıkışı ve babasıyla beraber Kâbe’yi yapmaları. Özellikle Kurban bayramlarında konu Hz. İbrahim’in fedakârlığı ve Hz. İsmail’in teslimiyetinde odaklanırdı. Hacer orada İsmail’in annesi olarak vardı, yoksa esas aktör değildi.
Hac süresince kaldığımız otelin mescidinde konuşmalar yapılıyordu ama çocukluğumdan beri süregelen Hz. İbrahim’in fedakârlığı ve İsmail’in teslimiyeti aynen devam etti. Burada dünyanın dört bir yanından gelen insanlar vardı. Mesela ben Kanada’dan gelen Türk hacıları gurubundaydım. Bizim günümüz kısa olduğundan gruptan ayrılıp bir taksi tutarak Medine’ye geçtik. Üç gün de orada kaldıktan sonra Türkiye’ye döndük.
İstanbul’da ilk işim Ali Şeriati’nin “Hac” isimli kitabını alıp okumak oldu. Aslında hacca gidenlerden, bu kitabın haccın ehemmiyetini en iyi anlatan kitaplardan biri olduğunu çok duymuştum. Benimse esas amacım İranlı Hanımefendinin kısa ve basit yazısında Hacer’e atıf yapmasının sebebini öğrenmekti.
Şeriati, Hacer’i şöyle tarif ediyor: O Habeşli bir kadın, bir kadının cariyesi; yani bir kadın köle. O kuma olma değerine bile sahip değil, kocasına sadece bir çocuk vermek için evlendirilmiş.
Şeriati, hicreti anlatırken, hicret; Hacer isminden türemedir der. Allah insana emrediyor: Çocuğunu al ve bayındır yerden hicret et; otların hatta çöl dikenlerinin bile yeşermeye korktuğu bu vadiye gel. Bu uzak vadide kupkuru, yanık dağların arasında tek başına bir kadın ve bir çocuk. Susuz, imarsız ve ıssız bir yer; sadece taş ve kum. Hayat su ister, çocuk süt; insan dost ister, kadın aile reisi. Hacer’se tek başına, hiçbir azığı ve himayecisi yok.
Şeriati, Hicr’i anlatırken, hayret uyandıran bir durum, Kâbe’ye dönük hilal biçiminde kısa bir duvar ile Kâbe arasındaki bölgenin ismi Hicr-i İsmail’dir der. Hacer’in kabrinin olduğu yer, Allah’ın evinin komşusu. Yani beşerî sistemlerin her türlü itibarından mahrum siyahi bir cariyenin evi Allah’ın evinin duvarına bitişik.
Şeriati, en beylik sözünü “say”ı anlattığı kısımda söyler: “Hac tiyatrosunun başkahramanı, en seçkin sima ve Allah’ın özel haremindeki bir tek kadın anne!” Aslında Şeriati’nin hac üzerindeki yoğun Hacer vurgusunu bekliyordum ama işin doğrusu bu son ifadesi beni şaşırttı, o kadarını da beklemiyordum. Bundan dolayı İslam Ansiklopedisi’nde, Hacer, Hicr ve sa’y maddelerine baktım, sonra da İngilizce kısa bir “Hacersiz Hac” isimli yazı yazıp bizim İranlıya gönderdim.
İslam Ansiklopedisi’nde (DİA*), Hacer validemizin kısaca hikâyesi şöyle: Sare ile evlenen Hz. İbrahim’in uzun süre çocuğu olmamıştı. Bundan dolayı zaman zaman Allah’a yalvarmış ve “Rabbim bana salihlerden olacak bir evlât ver!” (es-Sâffât 37/100) şeklinde dua etmişti. Sare kocasının evlât hasreti çekmesine üzülmüş ve ona Mısır’dan getirdiği cariyesi Hacer’i ikinci eş olarak takdim etmiş, bu evlilikten de Hz. İsmail dünyaya gelmişti. Fakat Sare onun doğumundan sonra Hacer’i kıskanmaya başlamış, bir müddet sonra da kocasından Hacer’i ve oğlunu evden uzaklaştırmasını istemişti. Bunun üzerine bir süre tereddüt gösteren Hz. İbrahim, Allah’tan aldığı emir üzerine Hacer ile oğlunu evden uzaklaştırmış ve onları Mekke’ye, Kâbe’nin bulunduğu yere götürmüştü. Hacer, “Bizi hiçbir ekinin bitmediği ve kimsenin yaşamadığı bu vadiye bırakıp gidecek misin?” diye sorduğunda İbrahim de Allah’ın emriyle yaptığını ve böyle yapmaya mecbur olduğunu söylemişti. Hacer, ıssız Mekke vadisinde İbrahim’in bırakmış olduğu az miktardaki su ve erzakın tükenmesi üzerine İsmail’in susuzluktan ölmesinden korkarak telaşlanmış, çaresizlikten Safâ ile Merve tepeleri arasında yedi defa gidip gelmiş, bu sırada oğlunun bulunduğu yerden zemzem suyunun çıktığını görmüştü.
İslam Ansiklopedisi’nin “Hicr” maddesinde; Hicr, Kâbe ile hatîm denilen yarım daire şeklindeki duvar arasında kalan ve altın oluğun altına rastlayan; Kâbe’den ayrılmış olmakla birlikte onun bir parçası kabul edilen yere verilen isimdir.” Hz. İsmail ile annesinin gömülmesinin Hicr’de olduğuna dair rivayet eğer sahihse, mezarların bugünkü hicrin Kâbe’ye dâhil olmayan kısmında bulunması gerekir.
İslam Ansiklopedisi’nin “Sa’y” maddesinde: Genel kabul gören rivayete göre, Hz. İbrahim’in eşi Hacer’in, oğlu İsmail için su aramak maksadıyla bu iki tepe arasında koşması sa’yin menşeini oluşturur. Pakistanlı İlahiyatçı Muhammed Hamidullah, sa’yin ana şefkatinin ifadesi olduğunu belirtir.
Hacer validemizin iki tepe arasında gidip gelmesi su aramadan ziyade suyun bitmesinden sonra, oğlunun susuzluktan ölmesini görmeye dayanamayıp çaresizlikle tepeler arasında koşturmasından olmalı. Bu durum binlerce kez ölümden beterdir. Şeriati’nin yorumu çok sofistike ama haccın bir rüknü, oradaki iki tepe arasına çaresizce koşuşturmaya bağlanmışsa “elbette ki bu tiyatroda Hacer de olmalı”.
Hacer çevreden gelenlerle beraber Mekke’de yaşamış, orayı imar etmiş ve doksan yaşında vefat ederek Hicr’e (Hicr-i İsmail) defnedilmiştir (DİA- Hacer). Kâbe Hz. İbrahim’le oğlu İsmail tarafından inşa edildi. Bu süreçte Hacer hep oradaydı. Muhtemelen onların yemeğini, suyunu o veriyor, elbiselerini o yıkıyordu. Oraya hicret ettiği ilk andan itibaren Kâbe’nin her aşamasında vardı. Belki de taşla değil ama gözyaşıyla binaya katkı sağladı. Hiçbir faniye nasip olmayacak şekilde de oğlu tarafından hemen Allah’ın evinin bitişikine defnedildi. “Evet evet, bu tiyatroda o da olmalıydı”.
Vaizler ve hatipler tarafından kurban anlatılırken hadise tamamen Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’e endekslenmiş gibi. Müslümanların bazıları ancak ömürlerinde bir veya birkaç kez kutsal topraklara gidebiliyor. Ama her yıl Kurban Bayramı ve bayramın önündeki ilk cuma vaazında muhakkak kurban ve bu vesileyle Hz. İbrahim’in fedakârlığı ve İsmail’in teslimiyeti anlatılır. Peki Hacer validemiz bu işin neresinde?
Hz. İbrahim Allah’a, eğer bana bir evlat verirsen onu sana kurban edeceğim diye dua ediyor. Çocuk doğduktan bir müddet sonra verilen söz Hz. İbrahim’e hatırlatılıyor ve Hz. İbrahim’e de sözünü tutmaktan başka çare kalmadı. Ama Hacer kimseye böyle bir söz vermemişti. Hem de o bir annedir, onun ciğeri yanar. Hz. İbrahim’in tek oğlu da İsmail değildi. Ama Hacer, tek evladı İsmail ile hicret etmek zorunda kaldı. Kupkuru, yanık dağların arasında tek başına, hiçbir ekinin bitmediği ve kimsenin yaşamadığı yerde yanında sadece İsmail vardı. O bir cariye idi ve kimsesi yoktu, sadece sahibi vardı. İsmail ona ait ilk şeydi. Biraz nefeslenecekken onun tek sahip olduğu şey kurban edilmek isteniyordu: “Yok, yok! Kesinlikle bu tiyatroda Hacer de olmalı, hele kurban onsuz anlatılmamalı!”
*DİA: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi